Yalçın Bürkev’in hazırladığı, ODTÜ’nün kurulduğu 1956 yılından bugüne kadar üniversitenin ve gençlik hareketinin dört kuşağından 100’e yakın akademisyen, çalışan ve öğrencilerin doğrudan tanıklıklarından oluşan ODTÜ Tarih Direniyor kitabı geçtiğimiz aylarda kitapçılardaki yerini aldı. Kitap, ülkemizde düşünce hayatının ve gençlik hareketinin ‘‘Türkiye nasıl kalkınır?’’ paradigmasıyla beraber sola, sosyalizme yönelmeye başladığı 60’lı yıllardan başlayarak, mücadelenin en kitlesel boyutlara ulaştığı 70’li yıllara, 12 Eylül’ün üzerinden geçtiği hareketin yeniden ayağa kalkış denemeleri ve bizim de yaşayarak gördüğümüz AKP dönemi, Haziran Direnişi ve sonrasına kadar kurum olarak üniversitede yaşanan dönüşümlerin ve gençliğin mücadele pratiklerini ODTÜ deneyimine odaklanarak, sözlü bir tarih çalışması olarak farklı bakış açılarını barındırarak inceleyen eşsiz bir kaynak sunuyor.
ODTÜ tarihini anlamanın yalnızca üniversitede yaşananlara odaklanarak anlaşılamayacağı gibi burada yaşanan özgün deneyimleri ayrıntılı incelemeden de dönemlere ilişkin bütünlüklü bir bakış oluşturmak mümkün olamayacaktır. Dolayısıyla kitaba ve ODTÜ deneyimine odaklanarak yapacağımız incelemede dönemin toplumsal ve siyasal yapısına, üniversite ve gençlik hareketlerinin bütününe de değinerek mücadelenin bugünü için ‘‘verimli bir deneyim alışverişi çıkarmayı’’ hedefleyeceğiz.
Amerikan Koleji’nden ‘‘Halkın Çocuklarının Okuduğu Bir Yere’’
Adnan Menderes ve DP’nin ülkede güçlendirmek istediği statükonun doğrultusunda Amerikancı bir üniversite kurarak “Ortadoğu’ya yönelik teknik eleman yetiştirme” hamlesi gerçekleştirmek istemesi ODTÜ’nün kuruluşunun önünü açtı. Fiziki şartlar açısından oldukça zorluk çekilmesine rağmen nitelikli akademisyenlerin toplanmaya başladığı, kürsü sistemlerinde daha ilerici ve üretken bir yapının oluşmasına olanak sağlayan üniversite, ‘‘İngilizce eğitim görmüş akademisyenleri, dışarıda okumuşları hızla kendine çeken bir mıknatıs gibiydi.’’
Kurulmasına yol açan hedeflerin tam tersine bir gelişim izleyerek, kuruluş yıllarından itibaren üniversite içinde özgürlükçü/muhalif düşünce ve eylem ortamının oluşması mümkün olmuştur. ‘‘Dışarıdan politizasyon’’ süreçlerinin bunun gerçekleşebilmesinde yaptığı olumlu etkiler de görmezden gelinmemelidir. 60’lı yıllarda ülkede yayılan sol/sosyalist dalgayla beraber ‘‘düzenin yanlış olduğunu, sömürücü bir düzen olduğunu ve bunun da Amerika tarafından yapıldığını’’ Meclis te dile getiren TİP’in yarattığı etki başta gençlik hareketi içinde olmak üzere üniversite içindeki düşünce ortamında da hegemonik hale gelmeye başlamıştı. 60’lı yılların ODTÜ’sünde fakültelerin öğrenci derneklerinden oluşan ve bütün öğrencilerin üye olduğu Öğrenci Birliği yönetimine Sosyalist Fikir Kulübü (SF- K)’nün merkezinde durduğu Toplumcu Grup, öğrenci sorunlarıyla beraber toplumsal ve siyasal nitelikte vaatlerle öğrencilerin desteğini ve seçimi kazanıyordu. 68’ Kuşağının tarih sahnesine çıktığı dönem, ODTÜ içerisinde Komer olayıyla başlayan politik eylemlilikler ve çeşitli dinamiklerle gelişen boykot ve işgallerin yaşandığı bir süreç doğurmuştur. Bu süreçte, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Komer’e karşı İTÜ ve ODTÜ’den öğrencilerin sürdürdüğü siyasi kampanyanın devamı olarak gerçekleşen Komer olayıyla ülke çapındaki anti-emperyalist gençlik eylemlerinin önemli bir örneğini hayata geçirmesi okulun halk nezdindeki algısını geliştirmişti. Devam eden aylarda, öğrencilerin çeşitli talepleriyle beraber hükümetin baskı kanunlarına karşı aylarca süren boykot ve işgaller sırasında Anadolu’nun dört bir tarafına yayılarak süren mücadeleyi halka anlatan, taşradaki gençlerin ve halkın mücadeleyle dayanışmasını kuranlar ve baskı kanunlarına karşı mücadeleye katılmasını sağlayan yine ODTÜ öğrencileri olmuştur. Hareketli 1969 yılının ilk aylarında yapılan ve boykot kararının alındığı forumlardan birinde konuşan Sinan Cemgil, bu kurguyu ‘‘Gün devrimci hareketimizi Anadolu’ya, halk kitlelerine taşıma günüdür. Gün, Komer’in arabasını tutuşturan alevle, Anadolu’nun dört bir köşesinde sömürüyle, ağalıkla, mütegallibelikle, emperyalizmle ve onun yerli işbirlikçileriyle mücadele ateşlerini tutuşturma günüdür. ODTÜ-SFK üyeleri boykot sırasında evlerine gidip tatil yapmayacaklardır.’’ sözleriyle anlatıyor, ‘‘Tüm devrimci kardeşlerimizi, boykot süresince Anadolu’ya dağılmaya ve devrimci gençliğin vermekte olduğu özgürlük mücadelesini halkımıza anlatmaya çağırıyorum.’’ diyerek binlerce ODTÜ’lüye sesleniyordu.
Üniversitede Gençliğin Fiili İktidar Deneyimi: ODTÜ-ÖTK
12 Mart öncesinde, 68’ Kuşağının içinden çıkan cesur ve arayışçı hamleler, darbe sonrasında yeniden ayağa kalkacak harekete güçlü bir zemin bırakmıştı. ODTÜ’de 60’lı yıllarda biriktirilenlerden de fazlaca beslenmesi sebebiyle, oluşmasında buradaki ortamın etkisinin yadsınamayacağı bu direngen tutumun bıraktığı izler ODTÜ’de hissedilmekte ve 1974’ten itibaren, ülke çapında hareketin gözle görünür biçimde halkçılaşması ve kitleselleşmesinin de öncesinde ODTÜ’de hareket yeniden toparlanmaya başlıyordu.
68’ kuşağının mücadele verdiği dönemin liseli gençleri şimdi üniversiteye geçmiş, hareketin geçmişten gelen zeminine güçlü şekilde basarak yeni bir kuşağın ayak seslerini duyurmaya başlıyorlardı. Bu yıllarda bir araya gelen sol/sosyalist gençlik grupları hareketi tekrar ayağa kaldırma kararlılığıyla ve güçlü dayanışma duygularına sahip olarak, kapatılan veya sağcı/faşist gençlik gruplarına teslim edilmiş öğrenci derneklerini yeniden örgütlemeyi önüne koymuştu. Bu doğrultuda atılan adımlar 1975 yılında ODTÜ-ÖTK’nın kendini yeniden biçimlendirmesiyle meyvesini verecekti. Akademik ortamda özgürlükçü bir vaha olarak nitelenen ve üniversite kurullarının oluşmasında akademisyenlerin bölüm esasına dayalı olarak söz hakkına sahip olduğu ODTÜ’yü baskı altına almak isteyen Milliyetçi Cephe (MC) hükümetleri Mütevelli heyetleriyle yetinmeyerek rektör atamalarında da yaptıkları düzenlemeyle rektörleri de ‘‘dışarıdan’’ atamaya başlamış ve 70’li yıllarda ‘‘ODTÜ’ye rektör dayanmamaya’’ başlamıştı. Böyle bir dönemde üniversitenin içinde gelişmiş özgürlükçü ve bilimden yana akademik ortamı koruma kararlılığında olan akademisyenlerin varlığı önemli bir dayanak noktası oldu. Aynı anda ODTÜ öğrencileri ise, 12 Mart’la beraber ilk kez sürekli üniversite içerisinde varlık göstermeye başlayan Jandarma’nın okuldan çıkması ve idaredeki faşist kadrolaşmaya son verilmesi gibi siyasi taleplerin yanında öğrenci örgütlenmelerinin üniversite kurullarında temsil edilerek üniversite yapısının parçası olma hedefini belirginleştirmeye başlamıştı.
Gençlik hareketinin ülkemizdeki özgün deneyimi olarak ODTÜ-ÖTK sürecinin başlamasında öğrencilerin akademik ve demokratik taleplerinin öğrenci dernekleri örgütlenmeleri tarafından taşınmasının yanında ülke çapında yeniden ve daha güçlü bir şekilde ayağa kalkan sol/sosyalist hareketin etkisi olmuştur. 1974 yılında 12 Mart’çıların ODTÜ içinde de öğrencilere yönelik sürekli baskı ortamına karşı binlerce öğrencinin imza toplamasıyla siyasi taleplerin eyleme dönüşmesi ve yönetimle öğrencilerin arasındaki gerilimin tırmanması, bölüm bölüm akademik ve demokratik talepleri de taşıyabilen bir örgütlülükle birleşince, sonucunda ODTÜ’de bölüm ve fakülte temsilcilerinin yönetimde söz sahibi olabilmesi kazanımının elde edildiği 6 aylık boykot süreci gelişti. Bu kazanıma giden süreçte örgütlülüğün yaygınlaşırken sağlamlaştırılması, taleplerin ve hedeflerin biçimlendirilmesi ve forumlar tarzında toplantılarla binlerce öğrencinin yönetimde söz hakkına sahip olabilmesi sağlandı. Yıllarca fiili bir iktidar yapısı olarak sürdürülecek ODTÜ-ÖTK böyle bir sürecin kazanımı olarak doğdu.
ÖTK sürecinin oluşması ve sürdürülmesi ODTÜ’yü mücadelede önemli bir mevzi haline getirdi. O yıllarda ülkenin dört bir yanında ODTÜ ilerici, solcu ve devrimci öğrenciler için bir çekim merkezi olmuş, kültürel anlamda da öğrenci kulüp/topluluklarının hem üniversitedeki yaşamda önemli bir yer tutmasını hem de ülke gerçekleriyle güçlü bağlar oluşturmasını sağlamış ve gençlik hareketinin her anlamda ihtiyaç duyduğu kaynakların sağlandığı bir birikim yaratmıştı. Böyle bir birikime sahip alan elbette MC hükümeti tarafından da daha sert yaptırımlarla teslim alınmaya çalışıldı. Bu sebeple MHP’ye ve faşist çetelere güçlü angajman sahibi olduğu bilinen Hasan Tan rektör olarak atandı, üniversiteye işçi diyerek faşist çete mensupları dolduruldu. Bu atama ve uygulamalar öğrenciler içinde olduğu kadar akademi içinde de tepki görerek, okulda eğitimin tam anlamıyla duracağı uzun bir boykot süreci başladı. Üniversiteyi kapatmaya kadar giden süreçte boykot, ‘‘biz yönetimi tanımıyoruz, üniversitenin dersleri burada devam ediyor’’ denerek gerçekleştirilen alternatif dersler, forumlar ve kültürel etkinliklerle sürüyor, ODTÜ’lüler memleketlerine ve ülkenin farklı bölgelerine giderek boykotu, süren mücadelelerini anlatıyor, ülkedeki sol/ sosyalist hareket içinde çalışarak gelişen halk dinamiğiyle güçlü dayanışmalar kuruyorlardı.
70’li yılların ODTÜ’sünde, sol/sosyalist birikimin öğrenciler içinde artık güçlü köklere sahip olduğu ve bu köklerin verdiği filizlerin geliştiği, yeni ve yaratıcı pratikleri öğrencilerin üniversite yapısı içinde doğrudan söz hakkına sahip olduğu ve belli başlıklarla bunun da ötesine geçen bir fiili iktidar deneyimi yaşanmıştır.
12 Eylül ve Sonrasından Haziran Direnişi’ne: ODTÜ’nün Durduğu Yer
12 Eylül darbesinin ülke çapındaki politik ve toplumsal etkileri, yaşanan yıkıcı süreçler üniversite kurumuna da ciddi zararlar vermişti. 1402’lik olan akademisyenler ve istifalarla binlerce akademisyen üniversiteden uzaklaşmıştı, birçok üniversitede neredeyse eğitim sürdürülemez duruma gelmişti. Bugünden baktığımızda oldukça tanıdık gelen bu süreç akademisyenlerin ihbarları doğrultusunda haksız, hukuksuz yollarla, tehditlerle ve oldubittilere dayanan ihraçlarla işletiliyordu. ODTÜ içerisinde akademiye verilen zararın bir bölümü de özel üniversiteler yasasına bağlı olarak var olan üniversitenin YÖK yasasına tabi olması ve birçok akademisyenin göze almak istemediği bir akademik ‘‘güvencesizlik ortamı’’ içine çekilmesiydi. Bu biçimdeki müdahaleyle üniversitenin hem akademik hem de yönetsel alanlarda piyasacılık ve gericiliğe teslim edilmesi amaçlandı. Bu süreçle birlikte ODTÜ’de bilimsel üretim anlayışı yerini kurulan teknoparkın gölgesinde yeşeren ‘‘projecilik’’ anlayışına bıraktı. 12 Eylül’ün neoliberal politikaları doğrultusunda birçok iş kolunda olduğu gibi üniversitelerin birçok hizmet kaleminde de kadrolar kaldırılarak taşeronlaşma yaygınlaşmaya başladı.
Böyle bir dönüşüm sürecinin içinde üniversiteye gelen kuşağın mücadeleyi sırtlanması üç ayağa dayanıyor denebilir: 70’lerin deneyimlerini yaşamış ve hala ‘‘dışarıda’’ olanlarla bağ kurarak belli bir mücadele birikimine öyle ya da böyle temas edebilme olanağı, dergi çevreleri ve üniversitelerde kültür/sanat ve bilim alanlarıyla da kesişen kulüp ve topluluk çalışmalarıyla bir araya gelişler ve dönemin piyasacı, gerici dönüşüm dalgasına karşı oluşan taleplerin kitleselleşebildiği uğraklar.
ODTÜ de ise 12 Eylül sonrası üniversiteye giren kuşağın hareket alanı ilk başta yurt odalarıyla sınırlı kalmıştı ve bu kuşak temelde ileriye dönük olarak biriktirme mücadelesi verdiğinin bilincindeydi. Sınırlandırılmalara rağmen kulüp ve topluluk çalışmaları öğrencilerin yeniden bir araya gelebildiği alanları yaratırken birçoğu başarısız olacak boykot girişimleri dönemin hareketiyle kitle arasında yeni deneyimler yaratıyordu. 1984 yılı içerisinde Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencilerinin öğrenci derneği (HFÖD) kurmaları ve sonrasında Ankara’dan Hacettepe, SBF ve ODTÜ’nün İstanbul Üniversitesi, Marmara Üniversitesi, Ege Üniversitesi, Çukurova Üniversitesi gibi yerlerde de yeniden dernekler örgütlenmeye başlıyordu. Yeniden oluşan dernekler, ‘‘YÖK Yasası’nın 44. Maddesinin geri çekilmesi’’, ‘‘okuldan atılmalar ve öğrenci kıyımlarına son verilmesi’’, ‘‘parasız eğitim’’ gibi taleplerle 80’li yılların sonuna kadar belli bir hareketi taşıyacak örgütlenmeler haline geleceklerdi. Ne var ki, farklı siyasetlerin bir aradalık zeminleri üzerine oturan dernek yapıları; başta dönemin mücadele edenlere sunduğu hareket alanı içerisinde önemli bir olanak olarak değerlendirilen dernek içinde güç kazanma ve belirleyici olma çekişmeleri, ikinci olarak devlet eliyle çeşitli biçimlerde baskı ve şiddete maruz kalarak zayıflatılmaya çalışılmaları, üçüncü olarak da sol/sosyalist hareket içerisinde yaşanan ideolojik kriz ve dalgalanmaların mevcut örgütlenmeler üzerinde yarattığı tahribat gibi sayılabilecek sebeplerle korunamadı, geliştirilemedi ve dağılmaya yüz tuttular.
‘‘12 Eylül sonrası’’ olarak ifade edilen sürecin 1991 sonrasında geldiği noktada, sol/sosyalist hareketin başta Sovyet blokunda yaşanan çözülme süreci ve ‘‘kapitalizmin zaferinin ilanı’’ başta olmak üzere çeşitli sebeplerle yaşadığı ideolojik, siyasi ve örgütsel krizleri büyürken; Ortadoğu ve ülkemizde siyasal islamın emperyalizmin çıkarlarıyla uyumlanma, toplumsal ve siyasal alanda güç kazanmaya başlaması gerçeği kendini göstermeye başlıyordu. Bu dönem, üniversitelerde de siyasal islamcı çeteleşmelerin gözükmeye başladığı yıllar olmuştur. Ülkenin bütününde var olan dönüşüm süreçlerinin ODTÜ gibi akademik ve sosyal olarak kimilerince ‘‘izole’’ sayılan ortamına nüfuz etmesi ve üniversitede bu gibi yeni gerilim hatlarının oluşmasıyla ilerici, solcu, devrimci gençlik toplamları tarafından bir direnç oluşturmaya çalışılsa da, öz olarak 12 Eylül sonrası kuşakla beraber değerlendirilmesi gereken 90’lı yılların gençlik kuşağı belli bir birliktelik sağlama ve çoğunlukla ‘‘parasız eğitim’’ gibi demokratik taleplere basan güçlü çıkışlara rağmen ‘‘akıntıya karşı kürek çekilecek’’ bir mücadele çizgisine sahip olmuştur.
AKP’li yıllara gelen süreçte üniversitede piyasacılık ve gericilik akademik ve yönetsel alanlarda hegemonya kurmuş, üniversite gençliği ise 90’lı yılların mücadelesindeki zorluklara rağmen direngen ve kararlı tavrını korur haldedir. AKP’nin 2002 yılında iktidara gelmesindeki iki temel nokta olan ‘’demokratikleşme’’ havası ve piyasacı uygulamaların yarattığı ‘‘ekonomik büyüme balonu’’ henüz patlamamış ve toplumun geniş kesimle üniversiteler içerisinde muhalif damar, ideolojik bir savunu pozisyonunda kalmıştır. Bu dönemin gençlik hareketinin karakterini belirleyen noktalardan biri de 2000’li yılların başında anti-emperyalist ve savaş karşıtı bir dalganın sol/sosyalist harekete alan açmasıyla şekillenmiştir.
2000’li yılların, ordu ve bürokrasi içinde Fethullahçı ve İslami kadrolarla kontrol altına alınmasından farklı olarak üniversitenin bugün bildiğimiz şekliyle ‘‘gül kokulu rektörlerle’’ beraber akademik ve yönetsel kadrolarının dönüşmesi görece geç olmuştur. Üniversitede bu dönüşümün tam anlamıyla gerçekleşmesine kadar olan süreç üniversitelerde ilerici, devrimci hareketlerin görece özgür bir alana sahip olmaları da mücadele açısından ileriye dönük olarak yapılacak birikimlerin oluşmasını kolaylaştırıcı rol oynamıştır.
ODTÜ gibi mücadele deneyiminin ve birikiminin gelişkin olduğu üniversitelerde, gençlik hareketinin durgun olduğu yıllarda bile öğrencilerin öyle ya da böyle ülke gündemine dair bir sözü, eylemi olagelmiştir. Bununla beraber, durgun dönemler bu alanlarda öfke biriktirme süreçleri olarak değerlendirilebilir.
AKP’ye karşı toplumsal ve politik alanlarda biriken öfkenin bir ayaklanmaya dönüşeceği 2013 Haziranı’na giden süreçte, üniversitedeki muhalefet odaklarının çeşitli “küçük patlamalarla’’ ilişkilenmesi, mücadelenin farklı kollarının ortak bir hatta buluşacağı emarelerini göstermeye başlamıştır. 2009 Tekel işçilerinin direnişi, üniversitedeki ilerici, devrimci birikimle bir şekilde ilişkilenmiş karşılıklı bir beslenme olmuştur. 2011’de Fethullahçıların ÖSYM içinde kadrolaşması ve şifre skandalının patlamasıyla liselilerin görece büyük bir dalga yaratmaları sonraki yıllarda üniversitelere girecek kuşağın AKP karşıtı politik zeminden belirlenecek yeni, kitlesel bir gençlik hareketinin de haberi durumundadır. Böyle bir zeminle, ODTÜ’deki birikimin buluşması ise ODTÜ Ayakta eylemlerini yaratacak 2013 yılının ilk ayları ülke çapında önce üniversitelerin, sonra halkın ayağa kalkacağı bir döneme kapı aralayacaktır.
ODTÜ Ayakta süreci, AKP’nin karşı-devrimci hattına karşı toplumda biriken öfkenin, hala ‘‘korunaklı’’ bir alan sayılan ODTÜ’ye 5 bin polisle gelen dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan, öğrenci gençliğin çaktığı kıvılcımla adeta tutuşması ve günler süren direnişin ülke çapında gündem olması, yani üniversitenin, gençliğin ülke gündemini belirlediği bir durumu yaratmıştır. Temelini ‘‘AKP’nin büyük projesi’’ne karşı birikmiş öfkenin oluşturduğu ODTÜ Ayakta dalgası birçok üniversitede de dayanışma eylemlerinin yapılmasıyla “üniversite ayakta”ya dönüşmüş, ülke çapında muhalefet hareketini toparlayıcı bir özellik gösterecek gençlik hareketinin, YGS Şifre eylemleriyle iktidarı sarsacağı sinyallerini vermiş kuşağın üniversiteden halka ilk seslenişi olmuştur.
Haziran direnişi ‘ne giden süreçte üniversitenin ve gençliğin rolüne ve bu rol oluşurken ODTÜ’nün durduğu yere parmak basmış olduk. Bu yazı kapsamında Haziran direnişi sürecinde üniversitelerin direnişle ne tür bağlar kurduğunu uzun uzadıya açmak mümkün olmayacağından, yalnızca direnişinin sokaklarda filli olarak bittiği, toplumsal ve politik etkilerininse devam ettiği döneme dair ODTÜ’yü de kesen bir gündemden bahsetmek yerinde olacaktır.
Haziran direnişinin hemen ertesinde ODTÜ ormanının bir bölümünün de katliamına uğrayacağı ve Melih Gökçek ‘in rantçı belediyecilik anlayışının bir sonucu olan yol projesi uygulamaya geçilmeye başlamıştır. Ankara 100. Yıl Mahallesi, ODTÜ’nün bitişiğinde bir mahalle. ODTÜ’lü öğrencilerin de ‘‘mahalleli’’ konumda bulunduğu bir yer olarak üniversite dışında da gençlik hareketinin, direniş sırasında oluşmuş forumlarda halkla beraber yol gündeminde taraf olmaları mümkün olmuştur. ‘‘ODTÜ ormanının zarara uğraması, ODTÜ’ye dolayısıyla ülkenin ilerici birikimine yapılan bir saldırıdır’’ algısının da yardımıyla ODTÜ’yle dayanışma eylemleri oluşmuş, bilindiği gibi Ahmet Atakan’ın da Hatay’da katledildiği eylem dalgasıyla Haziran’dan aylar sonra direnişin sokaklarda yeniden canlanmaya başladığı bir evreye geçilmiştir.
Sonuç
Modern tarihimizin farklı dönemlerinde üniversite, egemen ideolojinin ve egemen güçlerin üniversiteyi teslim alma ve kontrol altında tutma çabalarına rağmen, ilerici, özgürlükçü, eşitlikçi düşüncelerin yeşerebildiği ve ülke bütününde bu değerlerle ilişkili olan pratik deneyimlerle buluşmaya ve karşılıklı beslenmeye açık alanlar olmuştur. Böyle bir alanın gerici güçlerin sürekli hedefi olması ve gerici dalgalanın yükseldiği dönemlerde üniversite içindeki hareketin geriye çekiliş dönemleri yaşaması olağan görülebilir. Bununla beraber olağan sayılacak bir diğer şey de geriye çekiliş dönemleri sırasında bile ülkede yeni arayışların ve yeni dinamiklerle mücadelenin ayağa kalkabilmesinde üniversitede mayalanan ilerici güçlerin varlığı önemli bir faktördür.
Bugünün üniversitesinde yaşanan dönüşümlerin, böyle bir perspektifle okunabilmesi için geçmiş dönemin dört kuşağının pratiği iyi okunmalıdır. Bugün, ‘‘hukuksuzca düzenlenen KHK’larla üniversiteden ihraç edilen binlerce akademisyenin geri döneceği’’ söylemi ve benzeri söylemlerle şekillenen mücadele de geçmiş dönemlerin geri çekiliş ve yeniden ayağa kalkış denemelerinin yarattığı deneyimlerden beslenmelidir. Bununla beraber üniversite dışına itilen akademiyle gerçek bir dayanışmayı örerek ‘‘yarının üniversitesine’’ veya mücadelenin gelecek dönemine dair birikim yapmayı önüne koyacak gençlik hareketi üniversite içinde yarattığı mücadeleden güç almayı es geçmeyerek nasıl bir çıkış yapacağını, geçmiş kuşakların deneyimlerinin hareketinin bütünün ortak kökü ve deneyimleri olduğunun bilincinde olarak en cesur biçimde tartışmalı, samimi arayışlara açık olmalıdır.
Mücadeleye yön vermek üzere tartışırken, üniversiteden güç almanın yanında, bilince çıkması gereken bir gerçek daha vardır. Kurum olarak üniversitenin de üniversitenin bileşenleri olan akademi ve tabi ki gençlik hareketinin de değişik biçimlerle ülke gündemiyle güçlü bağlara sahip olduğu gerçeği. AKP’li yılların tarihsel olarak ülkede 12 Eylül sonrasında başlayan dönüşümlerinin, gelişmesi ve kökleşmesi tehlikesi tarihsel bir dönüm noktası olma sürecini yaratmıştır. Bu köklü dönüşümün, bir ayağını üniversitenin oluşturduğu modern Türkiye’snin kurumlarına dönük saldırı ve yıkım süreçleriyle devam ederek üniversite kurumunun da köklü yıkım süreçleri yaşayacağı bugünden belli, hatta akademideki tasfiyelerin temel noktasının bu mesele olduğu göz önünde bulundurulursa, verilerle sabittir denebilir. Üniversitelerin gerici ve piyasacı bir projeye angaje edilmek amacıyla sindirilmesine karşı bir direniş hattının ülke bütünündeki diğer mücadele başlıklarıyla birleşmesi gerçekleşmeden gerçek bir kazanım elde edilemeyecektir.
‘‘Üniversiteyi savunmak’’ ve ‘‘üniversitenin susmayacak olması’’ argümanlarıyla kurulan bir hareketin mücadelede pratik sonuçlar yaratabilmesinde, üniversitenin gerçek sahipleri olan akademisyenlerin, öğrencilerin ve üniversitedeki emekçilerin bütününün ortaya koyacağı pratik elbette belirleyici olacaktır. Ancak, üniversiteye yansıyan sürecin karakteri, niteliği, günlük hayatın her alanına sirayet etmesi durumundan kaynaklı olarak mücadele hatlarının bir araya getirilmesi, kesişmesi, ortak bir kanala akması hayati bir ihtiyaçtır.
* “ODTÜ Tarih Direniyor” kitabının Yalçın Bürkev imzalı Sunuş yazısından.