Doğululaştırılamayan Bir Ülkenin Portresi: Doğu-Batı İkileminde Türkiye

Türkiye aydının en eski tartışmalarından birine kuşağımızın gözüyle bir giriş yapmadan ve tartışmayı derinleştirmeden önce, bize Türkiye’nin Doğululuğu ya da Batılılığı üzerine yazmayı zorunlu kılan etmenleri sıralayarak başlamanın, tartışmanın ger kalanı için verimli olacağını düşünüyorum.

Motivasyonumuzun arkasında iki ana etmenin olduğunu belirterek başlayalım. Bunlardan ilki, bir önceki sayımızda da ‘‘Aydın’’ tartışmasıyla açtığımız, kuşağımızın karakterini oluşturacak tarihsel referanslarımızı nerede arayacağımızın; mücadelemizi zenginleştirecek, derinleştirecek ve en nihayetinde ilerici birikimin bu topraklarda saldığı kökleri bulup çıkaracak ve bunları kopmamacasına kendimizin kılacak noktaların açıklığa kavuşturulmasıdır.

İkincisi ve bu yazı özelinde daha önemli olanı, tarihsel bir hesaplaşmanın, kırılmanın yakıcılığını iyiden iyiye hissettiğimiz bu günlerde bir kimlik bunalımı perdesi arkasında Doğululuk-Batılılık ikiliğinin gündelik siyasi tartışmaların içinde dahi kendini yeniden üretiyor olmasıdır. En basit ifadeyle, amiyane siyaset tartışmalarının içinde kendini ‘‘Suriyeleşme’’, ‘‘Pakistanlaşma’’, ‘‘Ortadoğu’nun bataklığında boğulma’’ gibi atıflarla üreten bu tartışmanın daha bütünlüklü bir çerçeve içinde değerlendirilmediği sürece yalnızca bir tükenmişlik psikolojisine değil aynı zamanda yanlış tarihsel çıkarımlara da sebebiyet vereceğini düşünüyorum. Buradan devam edelim.

Öncelikle AKP/Saray Rejimi’nin, 15 Temmuz’un ardından yeni bir tarih yazımına giriştiğini, kendi tarih okumasını Sünni İslamcı bir karakterle oluşturduğunu ve buna paralel olarak Cumhuriyet’in tarihsel olarak oturduğu temelleri 15 Temmuz ertesinde daha radikal bir biçimde bir tasfiye faaliyeti içine girdiğini önümüze koymamız gerekiyor. Saray’ın kendisiyle organik olmasa da yaşamsal düzeyde ilişkilenebilecek uçları eklektik bir düzlemde kuşattığını, geri kalanları da blok halinde sistemin dışına attığını ifade edelim. AKP/Saray Rejimi’nin modern olmayan referanslarla, çağ dışı bir ideolojiyle, modern bir toplumu yönetmeye çabaladığını ve giderek daha derin yarılmalar yarattığının altını çizmek gerekiyor. Rejimin giriştiği tarih yazımının ya da tarih algısı yaratımının iki kanal üzerinden ilerlediğini, birinin alabildiğine güdük diğerinin de aynı oranda saldırgan olduğunu açmak üzere belirtelim. Birinci kanal Rejim’in kendi kitlesini konsolide edecek, ideolojik motiflerini oluşturacak, kendi açısından pozitif bir alan yaratacak yeni bir tarih okuması ya da yazımı girişimini oluşturuyor. Bu kanalı asıl olarak akademik bir faaliyetin değil, güncel siyasal ihtiyaçların belirlediğini ekleyelim. İkinci kanal ise Rejim’in karşısına aldığı Cumhuriyetçi, laik kesimlerin ilişkilendiği kültürel ideolojik motifleri soysuzlaştırmak, itibarsızlaştırmak üzerinden ilerliyor. Kişisel olarak ikinci kanalın daha baskın olarak kullanıldığını düşünüyorum. Bunun başat gerekçesinin Saray’ın, eşyanın doğası gereği oturmuş bir düzen oluşturamayacağı için ve devamlı olarak kriz üreten bir zemin üzerinde hareket etmeye çalışması sebebiyle; muhalefeti psikolojik olarak yılgınlığa uğratacak hamlelerde bulunmasının kendi iktidarının suni yollarla beslenmesi adına zorunlu olduğunu düşünüyorum. II.Abdülhamid, II. Mehmet ya da Yavuz Selim güzellemeleri ilk kanaldan yapılan salgılara örnek verilebilir. Bu salgıların oldukça keyfi bir seçmeciliğe dayandığını da belirtelim, zira Osmanlı Modernleşmesi’nin öncülerinden sayılan III.Selim ya da II.Mahmut gibi figürler ağza dahi alınmaz. Lozan Anlaşması üzerine yapılan tartışmalarla 1920 kadrolarının itibarsızlaştırılması, “Halep’te katliam var” eylemlerinde Ahmed Arif şiirlerinin panolara asılması gibi faaliyetler de ikinci kanaldan yapılan salgılara örnek verilebilir. Her iki kanalın da temel amacı, basitçe Türkiye’nin en başından beri gericiliğin arka bahçesi olduğu algısının yaratılmasıdır. Bu amacın en kristalleşmiş ifadesi AKP Eski Milletvekili Tülay Babuşçu’nun Cumhuriyet için sarf ettiği “90 yıllık reklam arası bitti” sözleridir. Yazının geri kalanında mevcut durumun böyle olmadığını detaylandırmaya çalışacağım.

Tarihsel Olarak Doğu-Batı İkileminin Kökleri

Sonda söyleyeceğimizi alt başlığın hemen başında söyleyerek tezimizi ortaya koyalım. Türkiye’de Doğu-Batı tartışması tarihsel olarak hiçbir zaman salt bir kimlik bunalımı olarak tezahür etmedi; tartışmanın gün yüzüne çıktığı, kendini kaçınılmaz olarak dayattığı her uğrakta güncel siyasal ihtiyaçların, değişimlerin ya da yarılmaların belirleniminde oldu. Metin Çulhaoğlu’ndan bir aktarımla devam edelim. Çulhaoğlu (2002:342), Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi modernizasyon girişimlerinin toplumda ciddi ikilikler yarattığının ön kabulüyle devam ediyor. “Ama bu ikilikler kültürel olmaktan çok siyasal ağırlıklıdır. Başka deyişle, Türkiye’de kültürel çelişkinin siyasal tepki doğurmasından çok, kendine kanal bulamayan siyasal tepkinin kültür alanında savunma setleri oluşturması söz konusudur.”

Peki modernizasyon süreciyle oluşan bu düalizmin taraflarını nasıl belirleyeceğiz? Karşıtlık halk içinde iki farklı kütle arasında mıdır? Ya da dünden bugüne Türkiye’de birbirine dokunmayan, ancak sürekli gerilim yaratan iki farklı tarihsellik mi vardır? Yine Çulhaoğlu’ndan (2002:342) tartışmanın kaynağına dair bir aktarım yaparak tartışmayı derinleştirmeyi deneyelim. “Özetle, modernleşme ve batılılaşma toplumda gerçekten ciddi ikilikler yaratmıştır. Ancak birincisi bu ikilikler halkın içinde olmaktan çok, halkla devlet ve aydın arasındadır. İkincisi, kültür ve kimlik alanındaki ikiliklerin kendi özgün dinamiklerine sahip olduğunu söylemek çok güçtür. Bu alandaki asıl dinamikler özel olarak siyaset belirlenimlidir.”

Türkiye modernizasyonunu detaylı bir şekilde incelemeye tabii tutmayacağız ancak önemli olan kısımların üzerinde durmamız gerekiyor. İlk maddeyle başlayalım. Batı dünyasının modernleşme ve kapitalistleşme sürecinden farklı olarak Türkiye’de bu süreç, tarihin akışında yayılmış bir şekilde değil ancak birden farklı süreçlerin iç içe geçmesiyle gerçekleşiyor. Attila İlhan (2002:19), Arnold Toynbee’den aktararak süreci ifade etmeye çalışıyor: “Bir insan ömrü süresi içinde ve zorunlu olarak, Rönesans’ın, Reform’un, 18’inci yüzyıl sonunda oluşan bilimsel ve entelektüel devrimin, Fransız Devrimi’nin ve Endüstri Devrimi’nin gerçekleşmesi.” Süreci çok daha farklı kaynaklara başvurarak birbirinden farklı pek çok tanımla ortaya koymamız mümkün ancak, sürecin tanımlamasını bir kenara koyarak konuyla alakalı uçlarını sorgulamaya girişelim. Bu iç içe geçmiş süreç doğası gereği “geç aydınlanan ülkenin, erken aydınlananını” üretiyor. Türkiye aydınını bu şekilde ifade etmek yerinde olacaktır. Aydın, düşünsel manada tarihin farklı dönemlerinde ortaya çıkmış akımları belirli bir tarih kesiti içinde tüketmek mecburiyetinde kalmış olsa dahi bu, atılan adımların ve elde edilen kazanımların maddi bir dayanağı olmadığı anlamına gelmiyor. En bilinen karşı sav, İttihatçılığı aşırı iradeci olarak niteledikten sonra, 1908’in ve onu izleyen 1923’ün maddi, ekonomik dayanaklarından yoksun olduğunu ifade ediyor. Yerinde bir aktarım yaparak bu noktayı daha fazla uzatmadan kapatmak verimli olacaktır. “İttihat ve Terakki deneyinin, başlangıç olarak ilginç yanı sınıfsal dayanağının olmaması değil, bu dayanağın değişik tarihsel ürünlerini aynı tarihsel kesite sığdırmaya çalışmasıdır. İttihat ve Terakki, tek başına ne liberalizmdir, ne devletçilik. Ne jakobenizmdir, ne bonapartizm; ne pozitivizmdir, ne de iradecilik. İttihatçılık bu ve benzeri yansımaların belli bir mercekten geçirilerek doğrudan siyasal pratiğe yansıtılmasıdır. Sonuçta İttihatçılık, Türkiye’deki kapitalistleşme sürecinin doğrudan uzantısı olmakla birlikte, son çözümlemede bu süreci etkileyip ona biçim vermeyi amaçlayan bir politik hareket olarak belirginleşiyor. “1

İlk maddede ifade edilen ikiliğin halkla aydın arasındaki boyutu bu şekilde ifade edilebilir, ancak yanlış anlaşılmaya mahal vermemek adına asıl yarılmanın burada değil, ikinci kısımda olduğunu vurgulayarak devam edelim.

Bu coğrafyada Doğu-Batı tartışması ilk olarak nasıl ve ne zaman ortaya çıkıyor? Niyazi Berkes’e (2002:53) referans vererek açmaya çalışalım. 1731’de tam da Osmanlı’nın siyasi ve askeri yenilgilerinin keskinleştiği bir dönemde ilk matbaanın kurucusu İbrahim Müteferrika, Takrir’i kaleme alarak ordunun “yeni bir düzen” (nizam-i cedit) içinde yapılandırılması gerektiğini yazıyor, rapor sonrasında I.Mahmut’a sunuluyor. Müteferrika, Patrona isyanının hemen ardından yazdığı bu kitapla 1710’ların sonunda başlayan yeniçeriliğe karşı kendini iyiden iyiye hissettiren huzursuzluğu ve uyumsuzluğu ifade ediyor. Bu kitap sonrasında matbaada da sorunsuz bir şekilde basılıyor. Berkes, kitabın içeriğinde fazlaca Osmanlı din geleneğine aykırı tez savunulmasına rağmen, matbaanın kapatılmasına ya da yakılmasına dair herhangi bir ayaklanma olmadığını ifade ediyor. Matbaanın kapatılmasına yönelik hareketler de İslam çerçevesine uymaması düşüncesinden ötürü değil, lonca sisteminin sınırlamalarından ötürü gerçekleşiyor.

Siyasi ve askeri alanda gelen yenilgilerle Osmanlı yolunda gitmeyen işlerin olduğunu fark ediyor, kendini Batı’nın düzenli orduları karşısında ezilmiş hissediyor. Çözümü Batılılaşmak olarak tanımlıyor.

Bir başka soruyla devam edelim: Bu coğrafyada İslamlık ya da İslami/dini kuralların belirleyiciliği ya da köklülüğü gerçekten de güncel olanda AKP/Saray Rejimi’nin retorik olarak ifade ettiği kadar derinde midir?

Tarık Zafer Tunaya’dan (2004:10) aktararak devam edelim. Tunaya, Osmanlı’da farklı dönemlerde kendini farklı şekillerde gösterse de atılacak her yeni adımda icazet almanın toplumun tabanında gerçekleşmesi muhtemel bir huzursuzluktan ötürü değil, önemli bir güç unsuru olan Ulema’nın geliştireceği alerjiye karşı olduğunu ifade ediyor. “Her yeniliğin ‘şer-i şerife uygun’ olması bir siyaset prensibi olmuştur. Böylece, yükselme yıllarında adeta ‘şer-i şerifi her yeniliğe uydurma’ metodu revaçta iken, gerileme yıllarında ‘yeniliklerin şer-i şerife uygun olmadıkları iddiası kanlı mücadeleler doğurmuştur. Devletin teokratik yapısı dolayısıyla, Şeriat’ın yorumcu ve uygulayıcıları her iki alana da hakim olmuşlardır. Yenilik (veya ıslahat) kapısını açıp kapamak, Şeriat’ı uygulayan kuvvetin, İlmiye sınıfının nüfuzuna bağlı kalmıştır.” Başka bir ifadeyle devleti kurtaracağı düşünülen yenilikler İlmiye sınıfından icazet alınmadan uygulanamıyor. İlmiye sınıfı tek başına kendinden menkul bir güç değil, bir askeri kanada da dayanıyor. Yükselme döneminde padişaha kapı-kulluğu yapan yeniçeriler, yenilenmeye ihtiyaç duyulan her tarihsel anda İlmiye sınıfına kapı-kulluğu ediyor. Yeniçerileri ve İlmiye sınıfını ancien regime’in artıkları olarak ifade etmek gerekiyor. Verilen modernleşme mücadelesi de “halka rağmen, halk için” değil, Yeniçerilere ve İlmiye sınıfına karşı veriliyor. Asıl yarılmanın burada olduğunu bir kez daha ifade etmiş oluyoruz.

İlginç bir örnek vermek verinde olacaktır. Yine Niyazi Berkes’ten (2002: 264) aktarıyorum. 1864’te Azerbaycanlı Fethali Ahundzade ya da Ahundov gerilemenin kaynaklarını tespit ederek Osmanlı hükümetine bir reform projesi sunuyor. Ahundov’un temel tespiti cahilliğin ya da gerilemenin Arap yazısı olduğu ve dolayısıyla asıl reformun burada gerçekleştirilmesi gerektiğidir.

Buna ek olarak İlmiye sınıfının siyasi pragmatizmini ve iktidar ortağı olarak kalmak için her türlü tahribata başvuruşunu örnekleyerek alt-başlığı sonlandıralım. Berkes (2002: 321) çok açık bir biçimde özetliyor: “Ulema arasında Kur’an’ın ayetlerini, içinden geçtikleri çerçeveden sökerek, hatta bütün bir cümlesini kırpıp bir parçasını alarak sadece sözcüklerin sözlük anlamlarına güre bunlardan tasım (kıyas) yoluyla ahkam çıkarmak eski bir gelenektir. Fıkıh bilimi bile böyle bir metotla geliştirilmiştir. Onun bu yöntemle Kur’an ve hadisteki sözler, hatta sözcüklerle çeşitli kurallar, hatta birbirine aykırı yargılar bile çıkarılabilir. II. Abdülhamid’in yönetimi zamanında onun mutlakiyetçi yönetimini dine göre meşrulaştırmak için Kur’an, Sure IV, ayet 59 çok kez kullanılmıştır. Seyfettin Efendi isteseydi, cumhuriyet rejiminin bile İslamlık’ta meşru olabileceğini ispat edecek ayet ve hadisler bulabilirdi. Bugün bunlardan sosyalizmi bile çıkaranlar vardır.”

“Tepeden Dinselleştirme (Islamization from Above)”

Peki bugün Doğu-Batı ikileminde neredeyiz?

Yazıya başlarken çok genel bir çerçeve içinde AKP/Saray Rejimi’nin oluşturmaya çalıştığı tarih algısını ifade etmeye çalıştım ancak bunu biraz daha gerilere götürmek gerekiyor.

Yalçın Küçük, 1980 darbesinin İslamcı bir darbe olarak kurgulandığını, bir yandan solun nefesi kesilirken diğer yanda kurumların/yapıların Türk-İslam sentezine uygun olarak yeniden tasarlandığını ifade ediyor.2 AKP’nin 2002 yılında başlayan yükselişinin kaynaklarını da burada arıyor. Küçük, çok açık bir şekilde ülkenin tepeden bir İslamcılaşmaya (Islamization from Above) maruz bırakıldığını ifade ediyor. Yalçın Küçük hocanın bıraktığı yerden devam ediyorum.

AKP’nin bir proje partisi olduğu çeşitli mecralarda çokça yazıldı, bunun üzerine tekrar tekrar yazmanın artık ayrıca bir önem taşıdığını düşünmüyorum. Ancak AKP’nin toplumsal kaynakları üzerine kafa yormak gerekiyor, bizim tartışmamız gereken nokta tam olarak burada başlıyor. AKP, modern siyasal alanının üzerinden tanklarla geçildiği bir atmosfere doğuyor, aynı anlama gelmek üzere doğuruluyor. Yapıların/kurumların yeniden düzenlendiği, tüm yönetsel mekanizmaların Sünni İslamcı karakterli bir koalisyon tarafından paylaşıldığı bir dönemden bahsediyoruz. 1980’le ve devamında AKP ile birlikte yeni bir İlmiye sınıfı yaratılıyor ve iktidar kılınıyor. Ancak bu kesimini önceki tarihsel düzlemde olduğu gibi kendinden menkul bir güç olma vasfını abartmadan devam edelim. AKP/Saray Rejimi’nin toplumsal tabandaki karşıtlığı da modern bir ideolojiyle beslenen bir menfaat grubu (interest group) ya da halk tabakası değil yeni bir kapı-kulluğu sistemi oluyor. Rejim kendi kapı-kullarını ya da yeniçerilerini yaratıyor. Türkiye toplumunun bütününü de bu yaratılan kapı-kulu sistemine biat etmeye mecbur bırakıyor. Tartışmanın kaynağına geri dönecek olursak, Doğu-Batı ikilemi bugün kendini yeniden reelpolitik belirlenimli bir noktadan üretiyor.

Sonsöz Yerine

Yazının bütününde altını kalın çizgilerle çizdiğimiz temel nokta Doğu-Batı ikileminde Türkiye’nin “Doğululaştırılamayan Batılı” bir ülke olduğu gerçeğidir. Bu coğrafyada tarihsel olarak geri unsurlar hiçbir zaman organik olarak kök salamamışlardır, toplumun bütünü nezdinde radikal bir etkiye sahip olamamışlardır. Ancak ileri örneklerin yaratımı için tarihin deşilmesi, referansların yeniden oluşturulması önümüzde bir görev olarak durmaktadır. Bu toprakların “bizim” olduğu tekrar tekrar anlatılmalı, güncel olanın zenginliğinde yeniden üretilmelidir. Topluma, toprağın derinlerinde yatan kökler gösterilmeli ve kazanmak için yeni bir zemin tariflenmelidir.

“Artık uğrunda ölecekleri bir şey iken var. Halk olduklarını keşfettiler. Uyanıyorlar.”3

Dipnot

  1. Çulhaoğlu, Metin. 2002. Doğruda Durmanın Felsefesi Cilt 1, s.422
  2. https://odatv4.com/ozel-erdogani-cankayaya-cikariyor-0708141200.html
  3. Herbert, Frank. 2016. Dune, s65