Devlet Üzerine Tartışmalar – 2

Dünya büyük bir kırılmanın eşiğinde…

Bu kırılmaya tanıklık ettiğimiz için “şanslı mıyız şanssız mıyız?” bilmiyorum.

Bildiğim tek şey var. Türkiye özelinde yeniden kurma misyonuyla hareket edecek bir kuşak varsa, bu kuşak en başta devlet tartışmasını tüketmek zorunda. Bu sebepten dolayı, ikinci bölümünü okuduğunuz bu yazı, dünyadaki kırılmanın temel sebeplerinden biri olan ulus-devletler krizine ve özel olarak Türkiye’ye odaklanmış durumda.

Yürüttüğümüz tartışmanın somut bir sonuca ulaşması ve hayata geçirilebilmesi, kendimizi şanslı saymamız için tek çıkış yolu olarak gözüküyor.

Bu yolda yürüyenlerin başarılı olması dileğiyle…

Yeniden: Ulus Devletler Bitti mi?

Bazı çevreler, Sovyetler Birliği’nin yıkılması ile birlikte, çift kutuplu dünyanın ortadan kalktığını ve bu durumun ulus-devletleri aşındıracağını; bunun yerine küreselleşmiş kapitalist şirketlerin yönettiği bir dünyanın ortaya çıkacağını iddia etmişti. Tüm dayanaksızlığına rağmen bu iddia, anti-kapitalist olduğunu iddia eden insanların önemli bir kısmını kapitalizm karşıtlığından, küreselleşmiş kapitalist şirket karşıtlığına evriltmiş oldu.

Peki ulus-devletler gerçekten yıkılmış mıydı?

Bu soruya yanıt vermeden önce, Yeni Yazılar’ın bir önceki sayısında yazdığımız yazıdan bir alıntıyla başlayalım:

“Ulus devletler, Batı Avrupa’da nüveleri ortaya çıkmaya başlayan kapitalizmin ve bu süreçte güçlenen, feodalizmin parçalı bağlarından kurtulmak isteyen burjuvazinin ürünüdür. İşgücü ihtiyacının karşılanmasında, ürettiği ürünlerin pazarlanmasında, kaynaklara erişimde ve vergilendirmede eski rejime ait ayak bağlarından kurtulmak isteyen burjuvazi, kendi sınıfsal egemenliğini sağlayacak bütünlüklü bir biçim olarak ulus devlete yönelmiştir.”

Alıntı üzerinden devam edelim. Demek ki kapitalizm, işgücü ihtiyacını karşılamak, ürettiği ürünleri pazarlamak, kaynaklara ve hammaddelere erişmek; tüm bunlarla birlikte vergilendirmede avantaj sağlamak için ulus-devlet modeline yönelmiştir.

Bugün ulus-devletlerin yıkıldığını iddia edebilmek için, kapitalizmin işgücü ihtiyacını ulus-devletlerin sağladığı imkanlardan bağımsız şekilde karşıladığını, ürettiği ürünleri pazarlarken devletin imkanını kullanmadığını iddia edebilmek gerekiyor. Konuyla ilgili Ellen Wood’a danışalım:

Yıkılmanın aksine, devlet yeni küresel sistemin tam merkezinde bulunmaktadır. Sermaye birikimini yaratmak, bunun koşullarını sürdürmek bakımından ulus-devletler, burjuvazi için elzem bir rol oynamaktadır ve başka hiçbir örgütlenme veya uluslar ötesi temsilci, devletin toplumsal düzenin, mülkiyet ilişkilerinin, istikrarın ya da sözleşmelerin öngörülebilirliğinin ya da günlük hayatta sermayenin gereksindiği temel koşulların yöneticisi ve baskıcı garantörü olma işlevinin yerine geçmeye başlamamıştır.

Devlet nasıl güçsüz olmaktan çok uzaksa, uluslar ötesi şirketler de mutlak güce sahip olmaktan o kadar uzaktırlar. Şirket işlerinin dikkatli bir incelemesi, ‘‘çok uluslu şirketlerin uluslararası operasyonlarını idare etmekte özellikle başarılı olmadıklarını’’ anavatandaki işlerine göre karlarının daha düşük, maliyetlerinin ise daha yüksek olduğunu göstermektedir. Bu tür şirketlerin, küresel ekonomideki herhangi bir başarısı hem anavatanda hem de başka yerdeki çokuluslu ağlarının içinde devletin vazgeçilmez desteğine bağlıdır.1

Geçtiğimiz dönemde Yunanistan’da SYRIZA’nın, İspanya’da Podemos’un yükselişi, İngiltere’nin AB’den ayrılma kararı alması, ABD’nin yüksek gümrük vergileri koyarak kısmi bir içe kapanma dönemini tartışmaya başlaması ve tüm bu olguların, sermayeyi doğrudan olumlu veya olumsuz biçimde etkiliyor olması ulus-devlet modelinin hala önemli olduğunu göstermektedir. Özellikle ABD’de Trump’ın yaşadığı yükselişe, ‘‘tuhaf bir kişiliğin tuhaf bir yükselişi’’ olarak yaklaşılmamalıdır. Trump, dünyanın en büyük emperyalist ülkesindeki ekonomik, toplumsal krizin yarattığı siyasal bir kişilik olmakla birlikte; Çin’le rekabet etmekte zorlanan ABD ekonomisini canlandırmayı, ABD merkezli tekelleri desteklemeyi, sermayeyi ABD’ye çekmeyi hedefleyen bir programın temsilcisidir.2 Gerçekten ulus-devletlerin önemsiz olduğu bir nesnellik olsaydı, dünyanın en büyük emperyalist ülkesinin içe kapanmayı tartışması gündeme gelebilir miydi? Cevabı nettir.

Devam edelim. Burjuvazi, 20. Yüzyıldan itibaren feodalizmin kalıntılarından kurtulmak istediği dönemi kapatmış; emperyalist sistemin ihtiyaçlarına göre devlet mekanizmasını yeniden şekillendirmeye başlamıştır. Feodal dönemi andıran ideolojik motifler karşımıza çıkmaya devam etmesi tam da bu yüzdendir.

Aydınlanma dönemiyle birlikte ortaya çıkan ilerici kazanımlar özellikle neo-liberalizmle birlikte kapitalist olan ulus-devletlerin her biri tarafından farklı yönlerinden tutularak iğdiş edilmiştir. Bunun sebebi merak edilebilir veya “Devletin modernist özelliklerini koruyarak yönetseler ne olacak ki?” denilebilir. Ancak emperyalizm çürütmektedir ve burjuvazi açısından daha fazla rant elde edebilmenin yolu feodalleşmiş bir yapıdan geçmektedir. Özellikle 80’li yıllardan itibaren neo-liberal ve muhafazakâr siyasetin dünya siyasetindeki yükselişi, dinci gericiliğin egemen ideolojide kendisine aşama aşama yer açıp resmî ideolojilerin kendi iç dengelerini sarsması; ulus-devletlerin modernist özelliklerini ortadan kaldırmaya başlamıştır.

Bir önceki yazıda söylemiştik: Emperyalizm, “para = daha çok para” mekanizması ve tekeliyet düzenidir. Westphalia ile birlikte ortaya çıkan ulus-devletler siyaset zeminini, koşulları net iki öznenin birbiriyle kurduğu bağlantı üzerinden şekillendirirken; tekeliyet düzeniyle birlikte, net olan bir öznenin kendi şartlarını diğer özneye kabul ettirmeye çalıştığı bir formasyona büründürmüştür. Bu formasyon, tüm öznelerin kendi özgül koşullarına göre üstyapısal alanı şekillendirip, altyapısal alandaki imkanları arttırmaya çalıştığı bir ulus-devlet modelini ortaya çıkarmıştır. Bahsettiğimiz bu model, gelinen nokta itibarı ile büyük bir kriz içerisindedir.

Krizin sebebi, ulus-devletlerin verili durumunun sermayenin sürekli artma eğiliminde olan hareketi için yetersiz kalmasıdır. Kapitalizm açısından ise iki çıkış gözükmektedir. Olasılığı düşük gözükse de ya ulus-devletlerin yerine onu aşmış dünya çapında yeni bir siyasal örgütlenme yaratılacaktır ya da sermayenin sürekli artma eğilimi belli bir dönem azaltılacaktır. Bahsettiğimiz iki çıkış, bizim açımızdan çıkışsızlıktan başka bir şey değildir.

Altyapı ve Üstyapı İlişkileri

Marksistler arasında, altyapı ve üstyapı ilişkilerine dair temel bir tartışma yürütüldüğünde, bu tartışma genelde altyapının ne ölçüde üstyapıyı belirlediği sorusu üzerinde cereyan etmiştir. Kanımca bu soruya doğru yanıtı verebilmek için Marx’ın eğilimine bakmak gerekiyor. Marx, devletin ve hukukun kendilerinden hareketle kavranamayacağını ve bunların ekonomik ilişkiler zeminine dayalı olarak ele alınması gerektiğini düşünmektedir.3

Marx’ın bu eğilimi üzerinden tanım yapmaya yeltendiğimizde; altyapıyı, kapitalizmin varlığını sürdürebilmesi açısından zorunlu olan ilişkiler biçimi; üstyapıyı ise, kapitalizmin varlığını sürdürmesi için gerekli olan ancak zorunlu olmayan ilişkiler biçimi olarak tanımlanabiliriz.

Devam edelim. Kapitalizmde, işçi sınıfının emeği üzerinden yaratılan artı değere burjuva sınıfı tarafından el konulması altyapısal bir özelliktir ve kapitalist sistemde artı değer yaratmak bir zorunluluktur. Yukarıda da belirtmiştik. Böyle bir durumda, ‘‘İyi o zaman, neden burjuva özneleri muhafazakarlaşıyor? Modern düşüncelerle hareket etmeleri daha mantıklı değil mi?’’ gibi sorular ortaya atılabilir. Cevabı şudur: Evet toplumun muhafazakarlaşması, artı değer elde edebilmek için bir zorunluluk değildir. Toplum muhafazakârlaştırılmadan da artı değer elde edilebilir. Ancak muhafazakâr bir toplumda artı değer elde etmek daha kolaydır. Sömürünün ve rantın düzenli olarak arttırılabilmesinin yolu muhafazakarlaştırmaktan geçmektedir. Marx’ın “Din halkların afyonudur” cümlesini kurmasının en önemli belirleyeni bu durumdur.

Burada küçük bir vurgu yapmamız; gerekiyor. Altyapı-üstyapı ilişkileri, birbirinden bağımsız ilişkiler olarak ele alınamaz. Altyapı ve üstyapı bir k bütünü oluşturur. Bu sebepten dolayı birbirlerini etkiler, dönüştürür. Ancak tüm bunlarla birlikte asıl belirleyici altyapıdır.

Türkiye’de otomotiv sektörünü ele alalım. Türkiye kapitalizminin, küçük veya büyük bir kriz içerisine girmemesi için otomotiv sektörünün, üretimini ve otomotiv satışını sürekli kılması gerekmektedir. Bu yüzden tüm yurttaşların araba kullanma hakkına sahip olduğu bir ülkede, dini belirlenimlerle hareket eden yöneticilerin kadınların araba kullanmalarını yasaklaması mümkün değildir. Çünkü ülkeyi yöneten irade, ne düşünürse düşünsün: üstyapıya müdahale edebilmek için altyapısal alana bağlı kısıtları vardır.

Tüm bunlarla birlikte, x öznesinin: gerici, muhafazakâr motifleri üstyapısal alana sokması, kapitalizmin karşısında durması anlamına da gelmemektedir. Ancak bahsi geçen x öznesinin, bankacılık sektörünün tamamında, haram olduğu için faizleri kaldırmaya yeltenmesi durumu altyapısal bir değişikliktir. Kapitalist sistemin bu durumu kabullenmesi, tıpkı kadınlara araba kullanmanın yasaklanmasında olduğu gibi mümkün değildir.

Olağanüstü Devlet ve Kapitalizmin Otoriterleşme Eğilimi

Kapitalizm, otoriterleşmek zorunda mıdır?

Başka bir deyişle kapitalizm, görece özgürlükçü, liberal bir tarzla varlığını sürdüremez mi?

Rahatlıkla şu cevabı verebiliriz: Sürdüremez.

Eğer kapitalist devlet, burjuvazinin rant aygıtı olmasaydı; olgunlaşmadığı, dolayısıyla sınıf çatışmalarının da ilerlemediği durumlarda, kapitalizmin özgürlükçü, liberal yapısını koruması mümkün olabilirdi. Ancak kapitalizmin olgunlaşmadığı bir durum pratikte söz konusu olamaz. Kapitalist devlet, burjuvazinin rant aygıtıdır. Burjuvazinin, rant elde edemediği her durum kapitalist devlet için kriz anlamına gelmektedir.

Türkiye’deki koalisyon dönemlerini ele alalım. Burjuvazinin koalisyonları sevmemesinin nedeni ne olabilir?

Herhangi bir karar alınırken fazla tartışılması mı?

Kısmen evet. Fazla tartışıldığında, devlet mekanizması ve rant aygıtı da yavaş işleyen bir durum alır. Yavaş işleyen rant aygıtı sebebiyle burjuvazi, koalisyon dönemlerini sevmemektedir. Dolayısıyla koalisyon dönemleri, kapitalist devleti orta vadede krize sokmaktadır. İşçi mücadelelerinin yükseldiği herhangi bir ülkeyi düşünelim. İşçi ücretlerinin yükselmesi, burjuvazinin daha az kar etmesi, daha az rant elde etmesi anlamına gelmektedir. Burjuvazi, için işçi mücadelelerinin yükselmesi ve kazanıma ulaşması kriz anlamına gelmektedir.

Özetle, rant mekanizmasının bozulduğu, burjuvazi aleyhine geliştiği her durum kapitalist devlet için kriz anlamına gelmektedir. Burjuvazi, bu krizi çözebilmek için otoriterleşmeyi bir zorunluluk olarak görmektedir. Dolayısıyla kapitalizm, rant mekanizmasının bozulduğu her durumda otoriterleşme eğilimini devreye sokmaktadır.

Ancak bir istisna mevcuttur. Kapitalist devletin altyapısal ihtiyaçları, üstyapı ile uyum göstermediği ve otoriterleşmenin kendisi, kapitalist devletin bekası için tehdit oluşturduğunda restorasyon ihtiyacı ortaya çıkar. Bu durum, kapitalizmin iç çelişkisi sayılmalıdır. …

“Olağanüstü devlet” kavramı, ilk olarak Poulantzas tarafından Faşizm ve Diktatörlük kitabında ortaya atıldı. Poulantzas’ın bu kavramı, tarihin çeșitli evrelerinde ortaya çıkan faşizm ve bonapartizm örneklerinin belli bir üst çerçevede çözümlenebilmesi imkanını sağlamasından dolayı oldukça kullanışlı. Kısaca olağanüstü devlet, çeşitli kırılma durumlarında ve tarihin kritik uğraklarında ortaya çıkan geçici devlet tipi olarak tanımlanabilir.

Ancak Poulantzas tan referans alarak biraz daha açmak gerekiyor.

Poulantzas’a göre olağanüstü devletin karakteristik özellikleri şöyle özetlenebilir:

-Olağanüstü devleti ortaya çıkaran en genel ve her durumda geçerli koşul, egemen üretim biçiminin, artık değer sömürüsünün sürekliliğinin olağan biçim ve yöntemlerle güvence altına alınamaması durumunda ortaya çıkar.

-Var olan iktidar bloğunun toplumsal temelindeki göreli zayıflık, içindeki bölünmeler ve benzeri nedenlerle iktidarını artık eskisi gibi sürdüremediği, yükselen toplumsal güçlerin ise henüz yeni bir bileşimi biçimlendirip iktidara tam olarak taşıyamadığı siyasal kriz durumudur.

-Bu siyasal krize genel olarak egemen sınıf içindeki hegemonya krizi eşlik etmektedir.

-Özetlenen durumda, düzeni koruma ve kollama misyonunu, devlet adına üstlenenler, iktidarını sağlamlaştırmak üzere başlıca iki yola başvurur. Birincisi, iktidarın dayanacağı toplumsal güçler koalisyonunun rıza ve konsensus sağlayacak ideolojik ve siyasal program üretmek. İkincisi ise devletin bastırma, ezme işlev ve aygıtlarını; herhangi bir yasa, kural ya da organ tarafından sınırlanamaz biçimde harekete geçirmek.4

Poulantzas’ın tanımı, 2016 Türkiye’sinde yaşayanlar için ne kadar tanıdık bir durum değil mi?

Bir Olağanüstü Ulus-Devlet: Türkiye

24 Ocak 1980 tarihinde alınan kararlar, Türkiye tarihi açısından büyük bir önem taşıyor. Alınan kararların bir yandan ekonomik boyut taşısa da 24 Ocak’la birlikte Türkiye siyasal ve kültürel anlamda da büyük bir değişikliğin ilk adımlarını atmıştır. 24 Ocak’la birlikte dış ticaret ve dövizin ülkeye girişi serbestleşmiş, devletin ekonomi üzerindeki ağırlığının azaltılması temel alınmış; kısacası neo-liberalizmin Türkiye’ye girişi bu kararlarla yapılmaya çalışılmıştır. Ancak bu kararların uygulanması, kararın alınması kadar kolay olmamıştır. Ülkede güçlü bir işçi sınıfı vardır ve 24 Ocak Kararları, burjuvaziyi işçi sınıfı karşısında güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Bu amacın hayata geçirilebilmesinin kültürel ve siyasal ayakları belirlenmek zorundadır.

12 Eylül Darbesi, 24 Ocak Kararları’nın siyasal ayağıdır. 12 Eylül’le birlikte işçi sınıfını burjuvazi karşısında güçlü kılan koşullar ortadan kaldırılmış, kültürel anlamda ise orta vadeli bir islamizasyon projesi uygulanmaya başlanmıştır. Cemaatlerin palazlanmaya başladığı, Siyasal İslam’ın tekrardan güçlendiği dönem tam da budur. İşçi sınıfı, haklarını savunduğu, ülkesini tartıştığı bir düzlemden; kaderine odaklandığı, ülke işlerini “büyüklerine” bıraktığı bir kültürel düzleme mahkûm edilmeye çalışılmıştır.

AKP iktidarı, tam da bu yüzden 12 Eylül’ün devamcısıdır. İktidara geldiği günden itibaren gerek özelleştirmelerle gerek karar altına aldığı ekonomik politikalarla burjuvaziye hizmet etmiş, Türkiye halkını din ile konsolide etmeye çalışmıştır. Ancak bu konsolidasyonun, devletin ideolojik aygıtlarıyla kalıcılaşmayacağını bilen AKP, cemaatleri devletin aygıtları haline getirmeye başlamıştır. Fethullah Gülen cemaatinin, devletin tüm kademelerinde kadrolaşmasının nedeni budur.

Başka bir deyişle Türkiye, 80’li yıllarda ortaya çıkan altyapısal ihtiyaçlarını hayata geçirebilmek için üstyapısal alanda büyük bir operasyon başlatmış; bu ihtiyaçlarını muhafazakâr ve dinci bir siyaset aracılığıyla üstyapısal alana taşımıştır.

Ancak altyapı-üstyapı arasındaki ilişkinin kalıcılaşması ve toplumdaki dönüşümün geri dönülmez biçimde tamamlanmasının yolu çok daha kapsamlı bir müdahaleden geçmekteydi. AKP iktidarı bu kapsamlı müdahalenin baş öznesidir.

Buraya kadar her şey biliniyor. Peki işler nerede bozuldu.

“AKP iktidarı, kapsamlı müdahalenin baş öznesi” dedik. Belirttiğimiz “baş” olma durumu, AKP iktidarını belli durumlarda sadece burjuvaziye hizmet eden bir özne olma durumundan çıkarmış; dinci ideolojinin tarihsel fantezilerini hayata geçirebilmek için iktidarın meşruiyetini kaybettirici hamleler yapılmaya başlanmıştır. “Gezi Parkı’na Topçu Kışlası yapacağız” söylemiyle birlikte gün yüzüne çıkan bu fantezi, halkın büyük bir çoğunluğunun gözünde AKP’nin meşruiyetini kaybettirmiştir. Meşruiyetin kaybedilmesi, iktidar bloğunu elinde tutan AKP ile Fethullah Gülen Cemaati arasında tartışma başlatmıştır. Kısacası AKP açısından işler, Haziran’dan sonra bozulmuştur.

Haziran Direnişi, AKP açısından sonun başlangıcıdır. AKP, Haziran Direnişi ile birlikte meşruiyet sağlayamadığı kesimleri gözünden tamamen silmiş; kendi kitlesini konsolide etmeye odaklanmıştır. “Herkesi kucaklayan devlet baba” yerine “herkese gaz sıkan polis devleti” oluşturulmaya başlanmıştır. AKP, Haziran Direniși’nden sonra ilerleyebilmesinin ve iktidarı sürdürebilmesinin yolunun ancak şiddetle sağlayabileceğinden emin olmuştur.

“Haziran’dan sonra AKP ile Cemaat ilişkileri bozuldu” demiştik. Bozulmuştur ancak Haziran Direnişi’nden sonraki dönemde ilişkiler tamamen bitmemiştir. Cemaat, AKP’ye bir miktar ayar vererek iktidar bloğunu kendi kontrolü altında sürdürmeye niyetlenmiş ve 17-25 Aralık operasyonlarını başlatmıştır. Ancak AKP açısından artık cin şişeden çıkmıştır. Kazanmak için durmadan ileri adım atmak zorunda olan ve herkese saldıran AKP, kuyusunu kazma ihtimali olan bir iktidar ortağı istememiştir. Dershanelerin kapatılması ve cemaate ait bankalara TMSF tarafından el konulmasıyla birlikte AKP-Cemaat ilişkileri geri dönülmez bir noktaya ulaşmıştır.

15 Temmuz Darbe Girişimi, bu geri dönülemez noktanın doruk noktasıdır. Cemaat, on yıllardır devlet içerisinde teşkilatlandırdığı müritlerini harekete geçirmiş ve AKP iktidarını indirmeye çalışmıştır. Ancak bu girişim başarısız olmuştur. Darbe girişiminin ardından, binlerce Cemaat müridi devlet kurumlarından tasfiye edilmiştir. Edilmiştir edilmesine ancak AKP’nin senelerce devleti birlikte yönettiği “yetkin devlet kadroları” artık AKP’nin yanında değildir. Devlet yönetmek konusunda elindeki kadro sayısı yetersiz olan AKP, tasfiyelerin ardından devleti devlet gibi yönetmekten de mahrum kalmıştır. AKP açısından tek yol her şeyi tek adama bağlamak ve tek adamın karşısında olan herkesi düşman ilan etmektir.

Verili durum itibarı ile Türkiye bir olağanüstü devlettir ve olağanüstü devletlerde “şu olmaz” denilebilecek hiçbir olgu yoktur. Bugün Türkiye’de, egemen üretim biçiminin olağan koşullarla sürdürülebilmesi eskisi kadar kolay gözükmemektedir. Türkiye burjuvazisi AKP iktidarıyla kendini güvende hissetmemektedir.

Haziran’la birlikte siyaset sahnesine çıkan “halk” faktörü, düşünsel anlamda AKP’den baskın olsa da kendi düşüncelerini temsil eden bir özneyi ortaya çıkaramamış ve temsiliyet problemi sebebiyle bahsi geçen düşüncelerini iktidara yansıtamamıştır. AKP iktidarı, düşünsel anlamda kendisinden baskın olan halk faktörünün siyaset sahnesinde etkili olmasını önleyebilmek için hukuk içi-hukuk dışı tüm mekanizmalarıyla devlet aygıtlarını kullanmaktadır.

Bu durum Haziran’la birlikte meşruiyetini kaybeden AKP iktidarının, büyük bir hegemonya krizi içerisinde olduğunu göstermektedir. AKP, bu krizi aşabilmenin yolunu yeni bir toplumsal mutabakattan geçtiğini düşünsel birikimi yenmesi gerektiğini düşünmektedir. 16 Nisan’da gerçekleşecek referandum bu toplumsal mutabakatı sağlamak amacıyla yapılmaktadır ve AKP’nin hegemonya krizinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Ancak AKP açısından yeni bir toplumsal mutabakat sağlama amacıyla yapılan bu referandum asıl olarak bir mutabakat değil, tarihsel bir hesaplaşmadır.

Referandum, hegemonya krizinin de tarihsel hesaplaşmanın da en kritik uğrağı olarak önümüzde durmaktadır.

Ya 12 Eylül’den itibaren kalıcılaştırılmaya çalışılan Siyasal İslam ya da cumhuriyet kazanacak.

Ya Osmanlı ya Haziran kazanacak.

Ya barbarlık gelecek ya da yeni bir cumhuriyetin taşları döşenecek.

Sonucu kararlı olan belirleyecek.

Dipnot

  1. Ellen Wood, Sermaye İmparatorluğu, Yordam Yayınevi, sayfa 156
  2. Haluk Yurtsever, Yön Dergisi, Sayı:1, Sayfa 35
  3. Michael Heinrich, Kapital’e Giriş, Yordam Yayınevi, sayfa 228
  4. Poulantzas’tan aktaran Haluk Yurtsever, a.gy, sayfa 138