Anayasa Değişikliğinden Rejim Değişikliğine: Tarihsel Yarılmanın Tarafları ve Yönü Üzerine

Siyaset kitlelerin düşünüş ve yaşayışlarını belirlemeyi hedef alan bir uğraş olarak kendisine var olanı konu edinir. Siyasi mücadeleler gündelik hayatta var olanı şekillendirmek adına gündelik hayatın içerisinde var olan olanaklarla yürütülürler. Bu durum siyasi mücadelelerin gündelik uğraşlar olduğu, her mücadele başlığının sadece kendisiyle değerlendirilebileceği anlamını taşımamaktadır. Aksine toplumsal olan her şey kendisini yaratan süreç, inceleme anında içerisinde bulunduğu durum ve şartlarının zorlaması ile evrilmekte olduğu konumun bütünlüğünde karakterini kazanır. Devrimciler açısından siyasi mücadele münferit bir problemin çözümü için yapılan bir seferlik bir uğraş değil, toplumsal hayatın bütün alanlarında çarpıklıklar yaratan bir tıkanmışlığın çözümü, kamusal alanın kamu tarafından yönetilmesinin önündeki bütün engellerin kaldırılması için verilen bütünlüklü bir çabadır. Bu yüzden devrimci siyaset adına gündelik olan ile tarihsel olan arasındaki ilişki önemlidir.

İçinden geçtiğimiz dönemde ülkemiz siyasetindeki özgünlüklerden bir tanesi tarihsel olanla gündelik olanın ilişkilerinde yatıyor. Normal koşullar altında kitleler, içerisinde bulundukları gündelik mücadele başlıklarını, o andaki ihtiyaçlarından yola çıkarak anlamlandırırlar. Yine normal koşullar altında tarihin seyrinin gündelik mücadelelerin gelişimine etkisini kavramak, toplumsal hayat üzerine yürütülecek daha soyut bir düşünsel çabanın sonucudur. Ülkemizdeki ‘‘anomali’’ hali tarihsel olan ile güncel olanın arasındaki mesafenin kısalığı. AKP’nin, saray rejiminin inşası olarak tariflenebilecek projesi doğrultusunda toplumsal hayata yaptığı müdahaleler ve bu müdahalelerin sürekliliğini sağlamak adına toplumsal hayat üzerinde kurmuş olduğu baskı geniş kitlelerin algısında güncel olan ile tarihsel olanı yakınlaştırmakta. Gündelik hayatın dinsel referanslarla belirlenmesi çabasından bunalan insanlar, en ufak hoşnutsuzluk ifadesinde dahi sistematik bir saldırı ile karşı karşıya kaldıkları oranda gündelik hayatın rutininde verilen mücadeleleri saray rejiminin geriletilmesi ve ortadan kaldırılması arayışının bir parçası olarak anlamlandırmaya yönlendiriyor. Bu şekilde gündelik olan kendisini tarihsel olanın içerisinde çözüyor ve sokağa koyulan bir kedi evini savunmak bile tarihsel bir kavgada taraf olmayı ifade eder hale geliyor.

Ülkemiz işte böyle bir atmosfer içerisinde referanduma gidiyor. Türkiye’nin geleceğine dair iki farklı kurgunun kafa kafaya gelmesi olarak da okunabilecek bu süreç, doğal olarak anayasanın birtakım maddelerinde yapılacak değişikliklerin oylanmasından daha öteye bir anlam taşıyor.

Sarayın referandum ile hedeflediği şey açık: 15 yıllık gericilik döneminin kalıcılaştırılması, toplumsal hayatın dinsel referanslarla yeniden kurgulanması ve yönetme erkinin kitlelerin elinden alınıp mistikleştirildiği bir Türkiye’nin yaratımı. Özetle sarayın gündeminde şekillendiremediği, teslim alamadığı halkın ve halkı bir siyasi aktör olarak toplumsal hayatta var eden bütünlüğün tasfiyesi bulunuyor. Türkiye’nin ilerici birikimi açısından gelinen nokta, halkın bir siyasi kategori olarak varlığı tartışmaya açıldığı raddede bir varoluş mücadelesini ifade ediyor. Toplumsal hayata farklı ve uzlaşmaz referanslar üzerinden yaklaşan iki toplumsallığın arasında yaşanan ve ülkemiz açısından bir tarihsel bir kırılmanın başlangıcı olma potansiyelini taşıyan böyle bir süreçte kaçınılmaz olarak, Türkiye’nin nasıl yönetileceği tartışmasına evriliyor.

Bugün ülkemizde referandum tartışmasından bağımsız düşünülemeyecek, Türkiye’nin “rejimine” dair tartışmalara geçmeden önce doğrudan referandumun kendisine dair birkaç söz söylenmesi gerekiyor. Zorunluluk icadı doğurur, bunun toplumsal mücadeleler düzlemine yansıması karanlığın en derinini yaşayan coğrafyaların ani sıçramalar yakalama potansiyelinde gerçekleşir. İlerlemenin zorunluluk haline geldiği noktalarda, en geride kalanın tarihin ilerisine doğru bir sıçrama gerçekleştirmesi gündemdedir. Tarih 1789 Fransa’sından, 1917 Rusya’sına; 1848 Almanya’sından, 1923 Türkiye’sine bunun örnekleri ile doludur. Ülkemizin içerisinde bulunduğu bu karanlık kuşatmanın dağıtılmasının yaratacağı enerjinin Türkiye’yi tarihsel ilerleme mücadelesinde hızlandırması kaçınılmazdır.

Son olarak saray tarafından toplumsal hayata dair ‘‘belirleyici karşılaşma’’ olarak tarif edilebilecek referandum sürecinin bugün başlatılması, sarayın güç dengelerinde kendisini üstün görmesine yorulmamalıdır. Aksine içeride fiziki baskıyı arttırmaktan öteye toplumsal muhalefete cevap üretemeyen, dışarıda ise Halep’in İslamcı çevrelerden temizlenmesi ile görünür hale gelecek bir şekilde bölgeye dair hamle olanakları azalan Saray, içinde bulunduğu giderek güçsüzleşen konumdan kurtulmak adına kendi egemenliğini mutlak kılmaya yönelik hamleleri başlatmak durumunda kalmıştır. Saray cephesinden gelen çatlak sesler ve farklı siyasi konumlara sahip kurumlarca yapılmış onlarca anketten gelen veriler, sarayın referandum mücadelesine dezavantajlı konumda girdiğini kanıtlar nitelik taşımaktadır.

AKP’nin Türkiye’nin rejimini değiştirmeyi içeren bir ajanda sahibi olduğu sıkça dillendirilen bir siyasi tez. AKP’nin yandaşlarınca “Kemalist vesayetle mücadele” olarak olumlanan, Türkiye’nin ilericileri açısından AKP’nin ülkemizin modern toplumsal ilişkilerini yok etmeyi hedeflemesi olarak okunan bu tez farklı siyasetler ve aktörler tarafından kabul görmekte. AKP-Saray rejiminin özellikleri, AKP’nin Türkiye’nin rejimi ile ilişkisi ve Türkiye devrimci hareketinin rejim tartışmasındaki konumuna dair bir tartışmayı derinleştirmeye bir rejim tanımı yaparak başlamak gerekiyor.

“Siyasal dizge açısından ana sorun yönetim aygıtı ile yönetilenler arasındaki ilişkilerin niteliğindedir.”1 Yönetim aygıtının, toplumsal hayatın bir dizi farklı alanı ile nasıl ilişkileneceğini belirleyen dizge kavramı, bizim tartışmamız açısından rejim kavramı anlamlı olarak ele alınabilir. Yukarıdaki tanım açısından belirleyici olan rejimin verili bir tarihsel dönemde, yönetim aygıtı ile bu aygıtı elinde bulunduranların toplumsal hayata yönelik müdahalelerini meşrulaştıran bir karakter taşımasıdır. Bu bağlamıyla yönetim aygıtı ve yönetilenler arasındaki ilişkilerden doğan somut kısmının yanında (ve bu ilişkilerin üzerine şekillenen); rejimlerin içerisinde bulundukları toplumun düşünceler hayatında yarattığı etkiye dayanan bir ideolojik boyutu mevcuttur. Resmî ideoloji olarak literatüre geçen ideolojiler alanının bu özelleşmiş parçasının “temel işlevi, yeni inşa edilmiş olanın, en doğal sonuç ve tarihsel gelişimin en mantıksal uzantısı olduğunu göstermektir. Bu anlamda bütün kapitalist toplumlarda, ulus devlet oluşumunun ve ulus devletin kapitalist üretim tarzına uyum için geçirdiği dönüşümlerin, belirli bir resmî ideoloji eşliğinde gerçekleştiği söylenebilir.”2

Yukarıdaki paragrafta yapılan rejim tanımına uygun olacak şekilde, rejimleri değişmeye zorlayan etmenleri sıralamak mümkündür. Rejim yönetim aygıtı ile toplumun geri kalanı arasındaki ilişkilerde kendini var eden bir olgu olduğu, bu bağlamda toplumun iktisadi faaliyetlerindeki gelişmelerden de sosyal gelişmelerden de etkilenmeye açık olduğu unutulmamalıdır. Bu bütünlük içerisinde rejim değişikliğini dayatan iki temel durumdan bahsedebiliriz. Burjuva toplumlarında sermaye birikim modelinde gerçekleşen değişiklikler ve bu değişikliklere uygun toplumsal düzenlemelerin yapılması ihtiyacı rejim değişikliklerinin en temel sebebidir. Bir yandan sosyal gelişimin kendisinin var olan sınıflı toplum yapısını tehdit eder hale gelmesi, yani kuvvetli kitlesel bir devrimci hareketin kendini var etmesi de düzenin sürekliliği açısından rejim değişikliğini çağıran bir gelişme haline gelebilir.

Şu noktada neoliberal ekonomik modelin ülkemizde yerleştirilmesi, buna uygun toplumsal formasyonun yaratılması ve devlet aygıtının bu doğrultuda yeniden inşası alanında yaptığı hamleler ile AKP’nin projesinin bir rejim değişikliğini halihazırda içerdiği söylenebilir. Bizim iddiamız Saray Rejimi olarak tarif edilen şeyin yarattığı tahribatın rejim sınırlarını aşacak bir tarihsel uzanıma sahip olduğudur.

İçinde bulunduğumuz dönemde, bir burjuva toplumu adına sermaye birikim modeli, emperyalizmin siyasi projeleri ile ilişkilenmek gibi bir dizi ile de yakından ilişkileri bulunan rejim tartışması sadece ülke içerisindeki gelişmeler üzerinden yapılmaya çalışıldığı takdirde bütünlüklü bir analiz ekseni yaratmak olanaksızlaşacaktır. “İçeriyi” yönetmenin gereksinimleri, “dışarıda” yaşanan gelişmeler ile ilişkilidir. Türkiye sermaye sınıfının temsilcisi olarak AKP’nin, ülkenin rejimine dair yaklaşımında da emperyalizmin eğilimleri ve krizlerinin önemli bir yeri vardır.

Uluslararası tablo açısından dönemin karakteri istikrarsızlıktır. Sovyetlerin çözülüşü ile ideolojik ikna ediciliğini arttıran ve genişleyen uluslararası pazarda neredeyse hiçbir engel ile karşılaşmadan hareket eden emperyalizm, bugüne uzanan 26 yıllık aralıkta bahsedilen özellikleri açısından ciddi bir tahribat yaşamıştır. Uluslararası alanda emperyalist merkezlerin hamlelerini zorlaştıran, hatta zaman zaman boşa çıkaran Rusya gibi aktörlerin ortaya çıkması, kısmen bu aktörlerin etkileriyle pazarın genişleme eğiliminin durması ve bunun yarattığı iktisadi kriz ve bunların hepsinin sonucu olarak gelişen, genel bir proje üretme kısırlığını da içeren emperyalizmin yaşadığı ideolojik formasyon üretme krizi bir öznenin kontrolünde işleyen büyük çaplı ve uzun erimli projeleri olanaksızlaştırmış durumdadır. “AKP’nin yeni rejimi, işte böyle bir küresel rasyonele yaslanıyor. Emperyalist hiyerarşik dengenin sarsılması, oyun kurmanın zorlaşması ve nihayet tek tek aktörlerin serbest hareket edebilecekleri boşlukların oluşmasını sağlıyor. Kuralsızlık yani orman kanunları; otoriterleşmeyi, zorbalığı savaşı ve çatışmayı çağırıyor.”3

Burada bizim için önemli olan AKP eliyle yaratılan gudubetin (abomination), bir anomali olmadığı; aksine emperyalizmin dönem rasyonalitesine dayandığıdır. Ortadoğu gibi siyasetin karmaşık dengelerde aktığı coğrafyalarda dönem normali AKP benzeri “başıbozuk” aktörlerdir. AKP’nin emperyalist siyasetin belli aktörleri ile zaman zaman “takışan” bir görüntü vermesi buradan okunmalıdır. Emperyalizmin özellikle Ortadoğu’da merkezi bir proje üretip, bunu tamamen kendi belirleniminde olan aktörler ile hayata geçirmekte zorlandığı bir dönemde AKP, emperyalizmi kendisine daha fazla alan açan bir siyaset kurgulamaya zorlamaktadır. Bu pazarlığın kendisi ülkemiz halkı adına ülkemizin cihatçı terör örgütlerinin üssü haline gelmesiyle birlikte ülkemizin bir savaş coğrafyasına dönüşmesi, terör saldırıların ve güvencesizliğin artması anlamına gelmektedir. Üstelik AKP’nin temsil ettiği sınıfın iktisadi çıkarları ve yine AKP eliyle hayata geçirilen neoliberal politikaların yarattığı dış bağımlılık göz önüne alındığına; AKP’nin büyük bir politik açmaza doğru hızla ilerlediği ileri sürülebilir.

Metin Çulhaoğlu ideoloji kavramının “bilinçlilik biçimleri” kavramıyla birlikte ele alınması gerektiğini, “Daha açık bir deyişle, ideoloji(nin), çok çeşitli etmenler altında oluşan bilinçlilik biçimlerinin hepsini kapsayan bir kavram”4 olduğunu ifade ediyor. İdeoloji bireylerin ve farklı toplumsal öbeklerin içerisinde bulundukları dünyayı nasıl algıladıklarını betimleyen bir alan olduğu ölçüde bireylerin ve kitlelerin deneyimlediklerini ne şekilde bilince taşıdıkları ile yakın bir ilişki taşıyor. Kişilerin ve toplumsal öbeklerin kendi çevrelerini anlamlandırdıkları ideolojik formasyonlar ise, tarihin akışı içerisinde ve birbirleri ile çatışma/etkileşim halinde oluşuyorlar. Bu bağlamda Çulhaoğlu’na bir kez daha kulak verelim: ‘‘Doğru olan, ‘ideolojiler alanı’ diye bir alan belirlemek ve bu tür üretim adına ne varsa hepsini bu alana yerleştirmektir. Gerçekten de, örneğin burjuva ideolojisi, egemen ideoloji, resmi ideoloji gibi kavramlar, kendi özgün tanımlarıyla değil, ancak bu geniş alan içindeki yerleri ve karşılıklı ilişkileriyle anlam kazanabilecektir.’’5

Bir önceki paragrafta geçen “egemen ideoloji” kavramı ise Sungur Savran tarafından ‘‘Bir tarihsel çağın egemenlik ilişkileri tarafından belirlenen, tabi sınıflara da çeşitli yollardan aktarılan, tüm toplumsal formasyonun yeniden üretimine katkıda bulunan ideoloji.’’6 Bu tanımda bizim adımıza önemli olan şey egemen ideolojinin ‘‘tarihsel’’ bir döneme denk düşmesi ve toplumsal tüm formasyonun yeniden üretimi alanında etkili olmasıdır. Bu bağlamıyla egemen ideoloji içerisinde bulunulan tarihsel dönemin bütün sınıflarının ürettiği pozisyonları, hatta bu sınıfların ihtiyaçları doğrultusunda tarihin daha geri dönemlerinden bazı pozisyonları da içeren karmaşık bir yapıdır.

“Toplumsal hayatın herkes tarafından ve toplumların ortak çıkarına göre biçimlendirilmesi gerektiği” iddiası burjuvazinin, saltanat düzeni karşısında girdiği mücadelede en etkili argümanı olduğu gibi; tarihin modern döneminde kitlelerin algılarını şekillendiren temel etmenlerden birisidir. Sıradan olan, yani yönetme erkini tarih dışı bir kaynaktan almayan burjuvazinin iktidara talip olmak adına tarihin bir döneminde bu düşüncenin temsilciliğini üstlenmiştir. Burjuvazinin iktidara geçmesi ile saltanat ve sıradan olan anlamına gelecek şekilde halk arasındaki çelişkinin belirleyiciliği azalmış; “halk sınıfları” diyebileceğimiz aktörlerin arasındaki gerilimlerin toplumsal hayattaki belirlenimi artmıştır. Burada “halk sınıfları” arasındaki çatışmada sayısal olarak azınlığı temsil eden burjuvazinin; kamu çıkarı ve kamu çıkarına dayanan iktidar tezlerinin temsil etme yeteneğinin zedelendiğini söylemek yanlış olmaz. Egemen ideolojiler alanının önemli bir bölümü ile ilişki içerisinde bulunan, bu bağlamda da toplumsal formasyonun üretimi üzerinde önemli bir etkiye sahip olan ve modernitenin özü olarak tarif edebileceğimiz bu iddialarla ilişkilenme yeteneği zedelenen burjuvazinin, modern toplumun düşünsel hayatını belirleme yeteneğinde de bir düşüş olduğunu tespit etmek gerekir.

Burjuvazinin modern toplumlara ait ideolojik kodlar üzerinde belirleniminin halk sınıfları arasındaki çatışmaların derinleşmesiyle azalıyor olması, burjuvazinin modern toplumsal hareketleri manipüle etme yeteneğinde de doğrudan bir eksilme olarak kendisini ifade eder. Gözden kaçırılmaması gereken şey burjuvazinin modern ideolojik kodlar ile tamamen ilişkisiz hale gelmediği, dolayısıyla iktidar olmanın olanaklarından da yararlanarak kuvvetli olduğu coğrafyalarda politik ve ideolojik bir dizi hamle ile modern toplumsal hareketler ile bir dizi ilişki kanalı yakalayabileceğidir. Fakat Türkiye gibi krizli coğrafyalarda bulunan ülkeler için, içerisinde bulunduğumuz emperyalizmin ideolojik krizi de göz önüne alındığında, burjuvazinin modern kaynaklardan beslenen hareketleri belirlemek konusunda çok cılız olanaklara sahip olduğu söylenebilir.

AKP’nin dinsel ideoloji ile kurduğu ilişki bu zeminde ele almak bize ülkedeki rejim krizini anlamak açısından önemli olanaklar sunuyor. Modern ideolojik belirlenimlerle gelişen ülkemizin sosyal hayatındaki belirlenimi çok sınırlı kalan AKP, kendi varlığına tehdit eden bu alanı kuşatmak hatta yok etmek adına dinsel bir ideolojinin gücünden yararlanıyor. “O zaman söyleyelim: Türkiye kapitalizmi açısından günümüz dünyasında geri dönülmesi/ değiştirilmesi olanaksız bir birikim modeli+ bu birikim modelinin zorunlu kıldığı sosyal gelişmesizlik + sosyal gelişmesizliği sağlayacak, “sosyal gelişme” anlamı taşıyan ne varsa önünü kesecek bir “düzenleyici” olarak da dinci gericilik…” (7) İşte AKP’nin rejim tartışmasında tuttuğu konum budur.

Toparlamak gerekirse AKP’li yıllar içerisinde yaşanan dönüşüm “rejim değişikliği” ile açıklanabilecek sınırların çok daha ötesindedir. AKP’nin hedefi salt 1923’ün kurumları ve siyaset tarzıyla değil, 1923’ün de üzerinde durduğu modern toplum zeminiyledir. Türkiye’nin toplumsal hayatından çıkartılmaya çalışılan sadece Muhteşem Çocuklar Yasası değildir, bununla kadının toplumsal hayattaki varlığı tartışmaya açılmak istenmektedir. Devlet bütçesini belirleyecek kurumun yeniden tasarlanması, toplumun kaynaklarının kullanımında “kamu çıkarı” ilkesinin imhasıyla el ele gitmektedir. Yani karşı karşıya olduğumuz bir anayasa değişikliği değil, ortak bir çıkara sahip olan insanlar arasındaki ilişkileri dünyevi olana dayanarak düzenleyen bir belge olarak anayasanın tasfiyesidir. AKP referandum ile beraber yurttaşlık gibi, halkın egemenliği gibi kavramları tartışmaya açmak, tarihin modern dönemine ait olan bu ideolojik kodları arkaik olanlar ile değiştirme arayışındadır. Tarihin seyrine aykırı olan bu çaba başarısızlığa mahkumdur.

Toplumsal bir kategori olarak Halk’ın varlığı, toplumsal hayatı yönetme gücünün ancak toplumun ortak çıkarını temsil etme yeteneğinden alınabileceği iddiasına dayanır. Referandum sürecini ülkemiz açısından tarihsel kılan, yönetim aygıtı ile yönetilenler arasındaki ilişkinin nasıl şekilleneceğinin kararlaştırılması değil, ülkemizin siyasi arenasının halk diye bağımsız ve belirleyici bir aktörün varlığını tanıyıp tanımayacağına dair referandumun söz söyleyecek olmasıdır. Halkın siyasetteki belirleyiciliğine yönelik bir saldırının olduğu durumda ise bir kategori olarak halk, bir taraftır. Türkiye halkı bu varoluş savaşını kazanacaktır.

Dipnot

  1. Prof. Dr. Cem Eroğul, Anatüzeye Giriş, İmaj Yayıncılık, 5. Baskı, sf. 10
  2. Metin Çulhaoğlu, Binyılın Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, YGS yayınları, 2. Baskı, sf. 184
  3. Doğan Ergün, 10 Ekim Rejimi ile Hesaplaşma, Komünist, 3. Sayı, sf. 52
  4. Metin Çulhaoğlu, Binyılın Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, YGS yayınları, 2. Baskı, sf. 153
  5. Metin Çulhaoğlu, Binyılın Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, YGS yayınları, 2. Baskı, of 161
  6. Sungur Savran, Osmanlı’dan Cumhuriyete: Türkiye’de Burjuva Devrimi Sorunu, 11. Tez. 1. Sayı, sf. 195