“İlk tramvay işçileri grevi kalıpçıda
Üç recep salılarda ikinci meşrutiyet”1
Yakın dönemde ve günümüzde tarihçiler ve tarihle ilgilenenleri fazlasıyla meşgul eden bir soru vardır; Nesnel bir tarih yapıcılığı mümkün müdür? Yanıt bize göre basittir.
Tarih yazıcılığı var olduğundan bu yana tarih, olguların toplanıp sunulmasından ziyade tarihçinin öznel fikirlerinin ve ideolojik- siyasal bakışının hâkim olduğu bir bilim haline gelmiştir. Özellikle toplumların tarihsel kırılma süreçleri farklı tarihçiler tarafından farklı şekillerde değerlendirilmiştir. Örneğin Türkiye’de yaşanan modernleşme sürecine, 1908-1923 çizgisine bakış iki ayrı uçtadır ve düşünceler birbirinin karşıtı konumundadır. Olgular aynıdır, fakat tarihçi bu olguları toplayıp sunarken kendi siyasal düşüncesinin imbiğinden geçirmiştir. Bugünse “tarafsız bir tarih yazımı” adına Osmanlı Devleti’nin son dönemi, Erken Cumhuriyet dönemi ve Cumhuriyet Dönemi başka bir şekilde, Siyasal İslamcılar tarafından yeniden yazılmaktadır. Kaba tabiriyle uydurulmaktadır.
Başlarken…
Sınıflı toplumların ortaya çıkışından itibaren toplumsal üretim ilişkilerinin değişmesi, bu değişimin üstyapıya yansıması -yeni bir üstyapı örgütlenmesi- önemli tarihsel kırılmaları da beraberinde getirmiştir.
15. Yüzyıldan bu yana büyüyüp gelişen burjuvazi çeşitli ülkelerde ve farklı biçimlerde aristokrasi sınıfını alaşağı ederek iktidarı almıştır. Burjuvazinin iktidarı alması geçmişten bu yana süregelen kimi kurumları/yapıları parçalayıp yerine yenilerini koymuş bit diğer anlamıyla toplumsal üretim ilişkilerinin boyut değiştirmesi üst yapıdaki değişikliği de belirlemiştir. Kimi zaman iç savaş, kimi zaman bir bağımsızlık savaşı, kimi zaman da burjuvazi ile burjuvazi ile geniş halk kesimlerinin ayaklanması burjuva devrimlerinin lokomotif olmuştur. Bu devrimlerden gelişimi itibariyle ayrılan ve önemi ulusal sınırlarını da aşan, tüm dünyayı etkileyen Fransız Devrimi özel olarak incelenmeyi hak etmektedir. 1789 yılında geniş halk yığınlarının da katılımıyla ortaya çıkan ayaklanma, Fransa’da siyasi iktidarın el değiştirmesi sağlanmış ve burjuvazi iktidara gelmiştir. Bunula birlikte çeşitli ideolojik tartışmaları da açan Fransız Devrimi Yen’i kavramların siyasi mücadele alanına girmesine yol açmıştır. Farklı ideolojik bakışlar tarafından yorumlanan Fransız Devrimi kimi düşünürler için, egemenliğin tanrıdan alınarak halka verilmesiyle ikinci bir ileri atılımdır, kimi düşünürler için, bir skandal ve bir anlamsızlıktır.
Fransa’da muhafazakâr ekolün kurucularından sayılan Edmund Burke ateşli bir devrim karşıtıydı. Burke’e göre “devrimci akıl insani acımasızlığın dizginlerini boşlamaktır, hakimiyeti ikiyüzlülüğünün ve fanatizmin hakimiyetidir.” Fransız soyluluğunu ve krallığı yücelten Burke devrim karşıtlığını, halk egemenliğine ve devrimci akla saldırarak kimi zamanlarda da adeta hakaret ederek ortaya koymuştur. Fransız Devrimi’nin ilan ettiği insan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ne de karşı çıkan Burke’e göre insanları kendi aralarında birleştiren ve farklılaşmalarını sağlayan şey kilise, aile ve birlikler gibi geleneksel otoritelerdir. “Dolayısıyla muhafazakârlar doktrin, karşı devrimci doğdu. Muhafazakârlar Devrimin uygulamalarını mahkûm etmekle kalmıyor. Devrimin ortaya attığı ilkeleri ta başından reddediyorlardı. Bu ilkeleri, toplumsal ve ahlaki insanın doğasına aykırı buluyorlardı.’’2
Edmund Burke’nin ve muhafazakâr ekolün diğer temsilcilerinin düşüncelerini incelemek bu yazının konusu değil fakat muhafazakâr düşüncenin her yeniliği, toplumu değiştiren her reformu sonsuz ölçüde tehlikeli bulunduğunu belirterek devam edebiliriz.
Abdülhamid: “Yıldız Sarayı’ndaki Baykuş”
Başlığı oluşturan satırlar Mahmut Şevket Paşa’nın 31 Mart Vaka’sı üzerine Selanik’te, yola çıkmadan hemen önce Abdülhamid gerek Osmanlı döneminde gerek bugün çok tartışılan, kimileri tarafından çok sevilen hatta modern devletin temellerini atan “Ulu Hakan” olarak değerlendirilen, kimileri içinse adı jurnalleyen, baskıyla, sansürle ve hürriyet karşıtlığıyla eşdeğer tutulan “Kızıl sultan”.
Amcası Abdülaziz tahttan indirildikten sonra yerine geçen V. Murat’ın kısa sürede akıl sağlığını kaybetmesi, Abdülhamid’e taht yolunu açıyor ve 33 yıllık saltanatının başlangıcını sağlıyordu. Tahta çıktığında Meşrutiyet’i ilan edeceğine dair söz veren ve bu sözü 1876 yıkında yerine getiren Abdülhamid, 1877-78 Rus Harbi’ni bahane ederek Meclisi Mebusan’ı dağıtmıştı. O günden sonra Saray’ında sonsuz bir korkuyla, ülkenin her yerimi saracak bir jurnal ağıyla hürriyetçi mücadeleleri kontrol altında tutmaya çalışmıştı. Hürriyet mücadelesi yürütenleri zindana atıp, başka ülkelere süren Hamid, basın alanında da ciddi bir baskı kuruyordu. Gazetelerde grev, ihtilal, anarşi, sosyalizm, hürriyet, vatan, istibdat ve hatta büyük burun (Abdülhamid’in burnu büyük olduğu için) kelimelerinin kullanılması yasaktı. Bu listeyi uzatmak mümkün. Abdülhamid döneminde Türk basını ve Türk hürriyetçileri en karanlık çağını yaşamıştır dersek abartmış sayılmayız. Öyle ki tahta çıkmasını sağlayan Mithat Paşa’yı da Taif zindanında boğdurtmuştu.
Padişahlık yaptığı süre boyunca en yakınındakilerin bile hareketlerinden çekinen Abdülhamid, sadık sadrazamı Sait Paşa’yı bile hafiyeleriyle takip ettiriyor ve onu kontrol altında tutmaya çalışıyordu. “Padişahın tahta çıkışının ikinci senesinden itibaren iki hafiye tarafından olunuyordum. Hafiyelerin adedi gittikçe arttı.”3
Sait Paşa tarafından kaleme alınan bu satırlar ve hatıratından yazdıklarından önemlice bir bölümü Abdülhamid dönemimin içyüzünü gösteren bir belge niteliğindedir. Bugün ise muhafazakâr düşünce ve AKP’li tarih yazıcıları Abdülhamid istibdadını “devletin devamlılığını sağlamak adına” meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Abdülhamid dönemi öncesi ülkeye kök salmaya başlayan yenilikçi hareketler, bu dönemde daha fazla taraftar bulmuş ve hürriyet mücadelesi o gün de, bugün de ‘dış mihrakların’ Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkma faaliyetleri olarak değerlendirilmiştir. Mim Kemal Öke’nin Derin Tarih dergisinin Abdülhamid özel sayısında yazdığı “Osmanlı Devleti son yüzyılında tarihte belki eşi benzeri olmayan bir şiddetle, içten ayrılıkçı-bölücü akımlarla, dıştan düvel-i muazzama denilen büyük güçlerin oluşturduğu emperyalizmin tahrik müdahalesine hedef olmuştur.’’4 Bu satırlar günümüz siyasal mücadelesinde de karşılık bulmaktadır.
Muhafazakâr düşünce kendisine yönelen her saldırıyı, istibdatta son vermeyi amaçlayan her mücadeleyi dış mihrakların oyunu olarak görmüştür.
Yukarıda yazılanlar Osmanlı Devleti’ni yıkılması mümkün olmayan bir devlet olarak da lanse etmektedir. Fakat ortada böyle bir gerçeklik yoktur. Osmanlı Devleti 18. Yüzyıldan itibaren bir uzun yıkılış süreci içine girmiştir. Abdülhamid’e yakıştırılan Ulu Hakan benzetmesi ise çarpıtılan bir diğer konudur. Ulu Hakan’ın hükümdar olduğu dönemde Osmanlı o dönem Rus İmparatorluğu tarafından hasta adam ilan edilmişti. Diğer taraftan Osmanlı Devleti Abdülhamid döneminde ağır toprak kayıtları yaşamaya devam etmiş, toprak kayıpları arttıkça ülkenin ekonomik gelirleri azalmıştır. Bunun birlikte Abdülhamid’in geniş jurnalci/ casus ağı da çığırından çıkmış, olur olmaz bilgilerle saraya gelen her jurnalci padişah tarafından ödüllendirilmiştir. (Bu jurnal kağıtları 1908 Devriminden sonra Harbiye Nezaretinin – şimdi İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü- önünde yakılmıştır.) giderek bozulan mali durumu düzeltmek içinse geçmişte olduğu gibi dış borçlara başvurulmuş, bu da çığırından çıkınca 1881 yıkında Duyun-ü umumiye kurulmuştur.5
Ordusunu dönemin gereklerine göre modernize edemeyen Abdülhamid, donanmasını da çürümeye terk etmiştir. ‘‘Hasan Rami Paşa’nın da dediği gibi, Haliç’te yollar yıllı yatmaktan su kesimlerine kadar midye bağlayan ve artık köhneleşmiş gemilerin güvertelerinde tavuk beslendiğini ve hatta bu tavuklara yem olsun diye, sandıklar bölmeler içinde yonca yetiştirildiğini de diğer bir eserde okumuşumdur.”6 Donanmanın bu hali sadece Hasan Rami Paşa’nın hatıralarında kalmamıştır. Donanmanın Osmanlı- Yunan harbi için Çanakkale’ye sevk edilmesi gerektiği zaman fiyaskolar başlamıştır. Haliç’ten hareket eden donanma Eminönü Köprüsü’ne ulaşamamıştır. Aslında dönem değerlendirirken şu yanı veya bu yanı yahut şu veya bu müessese değil bütünü ile soysuzlaşan, koflaşan bir yönetimden söz edilebilir.
Bu yüzden yaratılmaya çalışılan güçlü Abdülhamid figürünün içi boş ve gerçeklikten uzaktır. Yazılanlar yenilik hareketlerine ve cumhuriyet düşüncesine karşı açılan bir savaştan ileriye gitmeyecektir.
İttihatçılar: “Ra Bıyıklı Felahı Vatan Zabitleri”7
Türkiye’de yenilik hareketleri kuşkusuz İttihat ve Terakki’yle başlamamıştır. Köklerini İttihatçılardan çok daha geriye götürebileceğimiz bir birikim söz konusudur.
2. Mahmut 1826 yılında yeniliklerin önünde bir engel olarak yeniçeri ocağını kaldırdığında, Reşit Paşa 1839 yılında Tanzimat Fermanı’nı okuduğunda yeniliklere padişah ve sadrazam öncülük ediyordu. Karşılığını daha çok İttihatçılardan bulmuş “kelle koltukta hürriyet mücadelesi” Türk yenilik hareketinin bütünü için söylenebilir. 1789 yılında Fransız Devrimi’nin eşiğinde tahta çıkıp yeniçeri ocağını kaldırmak isteyen 3. Selim yeniçeriler tarafından tahttan indirildi. Selim’in düşüşünü gören Mahmut daha katı oldu. Tanzimat Fermanı’nı okuyan Reşit Paşa o akşam eve döneceğini aklının ucundan geçirmedi. Mithat Paşa 1876 yılında Meşrutiyet’in ilanı için Abdülhamit’i tahta çıkardı ve canından oldu.
Osmanlı modernleşme sürecinde ilk birikim döneminin, daha çok padişahlar ve sadrazamlar eliyle yapıldığını söylemek mümkün. Bu birikim dönemini muhaliflerin örgüt formuyla ortaya çıkışı izlemiştir. ‘‘1865 yılında Namık Kemal 25 yaşını dolduruyor. 25 yaşında Kemal, çoğu tercüme odasından tanıdığı 5 arkadaşı ile 6 kişi ediyorlar, Belgrad Ormanı’na gidiyorlar. Bu 5 kişi Ayetullah, Nuri, Reşad, Mehmet ve Refik’tir. Kemal ile birlikte Türkiye’nin açıklıkla bilinen ilk ihtilal örgütünü kuruyorlar. Kurulduğu zaman adı ittifak-ı Hamiyet oldu. Yurt sevgisi birliği olarak sadeleştirilebilir.’’8 Bu ilk ihtilal örgütünün adı daha sonradan Yeni Osmanlılar hareketi olmuştur. Bu hareketin mensupları için ilk Türk anayasacıları diyebiliriz.
Yeni Osmanlılar hareketi muhalif hareketin ihtilalci bir karakter almasını ve yeni bir aydın kuşağının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Ortaya çıkan kadro kuşağının burjuva- liberal fikirlerin doğuşuna ve gelişimine, aynı zamanda yaygınlık kazanmasına büyük etkileri olmuştur. 19. Yüzyılın başında hız kazanan yeni Osmanlı serüveni ile hareketi değerlendirirken o dönem Avrupa’nın içinde bulunduğu durumu ve aydınlanma düşüncesinin etkilerini göz ardı edemeyiz. Tanzimat Fermanı Fransa’da yaşanan temmuz ihtilalinden hemen 9 yıl sonra ilan ediliyordu. 1876 anayasası ise Paris Komünün ‘den kısa bir süre sonraya denk geliyordu. Türk Aydın’ı Avrupa’da yaşanan gelişmeleri takip ediyor, halkın eğitilmesini insanlığın toplumsal, siyasal ve kültürel ilerleyişinin temeli olarak görüyordu. Rousseau, Voltaire gibi düşünürlerin eserlerini okuyor ve bu eserler fikirlerinin gelişimini büyük ölçüde etkiliyordu. “İster isen anlamak Cihan’ı/ Öğrenmeli Avrupa lisanı/ Tahsilden eyleme telakki”9 Örneğin; Ziya Paşa bu dizeleri yazarken adeta Yeni Osmanlıların düşüncelerini özetliyordu.
Bu aydın kadro kuşağı – özellikle Namık Kemal’in yaratmaya çalıştığı vatan bilinciyle- kendi dönemini ve istibdat dönemi devrimcilerini bir hayli etkilemiştir. Mithat Paşa’nın da desteğini alan bu hareket 1876 yılında anayasanın yürürlüğe girmesini sağlamış fakat meşrutiyet dönemi çok uzun sürmemiş, sadece iki yıl sonra Hamid meclisi feshederek, anayasayı rafa kaldırmıştır.
Kanuni Esasi’nin ilgasıyla artan baskılar, Mithat Paşa’nın Taif’te öldürülmesi yaşlı kuşaklarda çekingen ve teslimiyetçi tutumlara sebep oluyordu. Aksine bu durum yüksek öğretim kurumu öğrencilerini, lise ve hatta ortaokuldakileri bile ihtilal yoluna itiyordu.10 Özellikle yüksek öğretim kurumlarında ülkenin içinde bulunduğu duruma dair tartışmalar hız kazanıyor. Muhalif hareket gençleşmeve başlıyordu. Askeri Tibbiye’de, Harbiye’de. Mülkiye’de yasaklı kitaplar okunuyor elden ele dolaşıyor bu yasak kitaplar Namık Kemal’im imzasını taşıyordu. Namık Kemal’in yaratmaya çalıştığı vatan bilinci, karşılığını daha çok üniversite gençliğinde buluyordu Üniversitelerde yaşanan bu hareketlilik Türkiye ilerici hareketine damgasını vuracak ihtilalci bir örgütün doğmasına neden oluyordu. Fransız Devrimi’nin de 100 yılına denk gelen 1889 yılının mayıs ayında, Askeri Tibbiye öğrencileri olan İbrahim Temo, Abdullah Cevdet: İshak Sukuti. Mehmed Reşit tarafından. İttihat ve Terakki Cemiyeti (ITC) kuruluyordu. ‘‘Örgüt Carbonari ve farmason örgütleri yapısında biçimlenmişti. Örgüt üyeleri küçük hücreler meydana getirmekteydi. Hücre üyeleri de numara almaktaydı.”11 İstibdat şartlarında faaliyetlerini gizlilik içinde gerçekleştirmeye çalışan örgüt, buna rağmen Tıbbiye’de başlayıp Mülkiye’de hızla kitlelere ulaşıyordu. Hamid ise 1982 yılında Saray’a verilen bir jurnalle örgütün varlığından haberdar oluyordu. Örgütün ileri gelenleri tutuklanıyor fakat çok zaman geçmeden affediliyorlardı. Osmanlı topraklarında durum böyleyken, hapisten çıkan ve cemiyet üyelerinin Paris’e gitmesi orada da muhalif bir Türk grubun belirmesini sağlıyordu.
Bu tarihten itibaren muhalif hareket İstanbul, Selanik-Paris merkezinde ilerleyecektir. 1897 Osmanlı-Yunan harbinden sonra ise örgüte yönelik baskıların artması, kitlesel sürgünlerin başlaması, tutuklamaların artması örgütün İstanbul kanadını oldukça zor duruma sokmuştu. Paris kanadı sürgünlerin de etkisiyle güç kazanmaya devam ediyordu. 1902 yılında Paris’te toplanan 1. Jön Türk Kongresi muhalif hareket içindeki fikir ayrılıklarını gün yüzüne çıkartmıştı. Ahmet Rıza ve Prens Sabahattin grubu arasında yaşanan tartışma sonrasında Paris kanadı ikiye bölünmüştü. Ahmet Rıza meşrutiyet ilan edildikten sonra uzun bir süre Meclis günü başkanlığı yapacak, Prens Sabahattin ise ilerici hareketle zayıf olan bağını kökten koparacaktır.
Örgütsel varlığını 1906 yılına kadar parçalı biçimde yürüten İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde fikir ayrılıkları çıkması doğaldı. Tek bir merkezden yönetilen, siyasal olarak tek bir merkezin örgütün bütününe yön gösterdiği bir yapıdan söz etmemiz mümkün değildir. 1906 yılının Eylül’ünde Selanik’te kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti Türk ilerici hareketinin kaderini değiştirecektir. Talat Bey’in de kurucuları içinde bulunduğu örgütün diğer kurucuları Ömer Naci Bey, Askeri Rüştiye müdürü Bursalı Mehmet Tahir Bey, Naki Bey oluyordu. Paris’teki grupla ilişki kurulunca oradaki grubun da önerisiyle adı İttihat ve Terakki cemiyeti oluyordu. Böylece İTC örgütsel bütünlüğünü sağlamış oluyordu. Fakat yöntem tartışması devam ediyordu. Selanik kanadı istibdat düzenine ihtilal yoluyla son vermek isterken, Paris kanadı ise ihtilal fikrine sıcak bakmıyor, halkın siyasal bilincinin yükseltilmesine öncelik veriyordu. Bu tarihten İtibaren İTC Rumeli bölgesinde örgütsel olarak gücünü arttırıyordu. Ülkenin ve ordunun içinde bulunduğu durumdan rahatsız olan subaylar da İTC’ye katılırken bunlardan birisi de Binbaşı Enver oluyordu. Makedonya Dağları’nda Bulgar komitacılarla savaşarak devrimcilerin ittihatçılar günü gelecek meşrutiyetin ilanı için kendi komitalarını kuracak ve dağa çıkacaktır.
1908 Devrimi basit tabiriyle Meşrutiyet’in yeniden ilanı değil, iktidarın sınıf karakterinin değişmesidir. 1908 bir burjuva devrimidir ve ittihat ve Terakki Cemiyeti’nin kadroları da bu toprakların ilk burjuva devrimcileridir. Muhafazakâr tarih yazımı ise bu devrimi ısrarla darbe olarak nitelemiştir. Liberal-muhafazakar tarih yazımına göre ise devrim tepeden inmiş ve halkta hiçbir karşılık bul(a)mamıştır. Fakat Osmanlı topraklarında yaşayan hemen hemen bütün ulusal topluluklar Balkanlar’dan Anadolu’ya, en büyük kentlerden, en küçük kasabalara kadar, sokak ve meydanları hürriyet sloganlarıyla inletip, devrimi bağrına basmıştır. Yapılan ilk seçimlerden sonra parlamentoda, milletvekillerinin arasında 142 Türk, 60 Arap, 25 Arnavut, 23 Rum, 12 Ermeni, 5 Yahudi, 4 Bulgar, 3 Sırp milletvekili vardır ve bunların büyük çoğunluğu da ittihatçıdır. Aynı zamanda 1908’den sonra özgürlük mücadelesi verdiklerinden dolayı hapse atılan Bulgar ve Ermeni komitacılar serbest bırakılmıştır.
1908 Devrimi’nin getirdiği özgürlük ortamında kısmi bir kapitalistleşme yaşayan kentlerde, işçi sınıfı ciddi bir hareketlilik yaşamış, 1908 temmuz-eylül ayları arasında 118 tane grev ortaya çıkmış ve işçilerin ücretlerinde yüzde 20-25 oranında artışlar yaşanmıştır. Sendikaların artan sayısına artan kadın cemiyetleri eşlik etmiştir. Kadınların çalışma hayatına katılması ve meslek edinmesini hedefleyen bu cemiyetler kadının toplumdaki yerini tekrar tartışmaya açmıştır. Yine bu dönemde adından “kadın” kelimesinin kullanıldığı Kadın dergisi yayımlanmaya başlamıştır. Basın üzerindeki sansürün kalkmasıyla 350’nin üstünde gazete dergi yayımlanmaya başlamıştır. Bu gazete ve dergilerin varlığı basında sosyalizm tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. Bu dönemden sonra sosyalist hareket cılız da olsa filizlenmeye başlamıştır.
Aynı zamanda Türk Jakobenleri de diyebileceğimiz bu kadrolar Fransız devriminden önce özellikle jakoben önderlerden fazlasıyla etkilenmiştir. Devrimin ana şiarının “ Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet” olması, devrimin ala Marseillaise marşı ile kutlanması ve Talat’ın yabancı çağdaşları tarafından Danton olarak betimlenmesi bu etkilenmeye örnek olarak gösterilebilir.
1923’te cumhuriyetin kuruluşuyla beraber yapılan devrimlerin köklerini 1908’de aramak mümkündür. ‘‘Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde ittihatçı maya vardır. Mustafa Kemal’in ittihatçılığı inkârı, temelde ittihatçılığın sürdürülmesidir. İttihatçılık- Kemalizm çizgisi, devam- inkâr diyalektiğinin özgün örneklerindendir. Türkiye Cumhuriyeti’ni biçimlendiren siyasal kadroların hemen hemen tümü, ittihat ve terakki siyasal okulunda yetişenlerdir.’’ 12 1908-1923 çizgisinin kodları süreklilik-kopuş diyalektiğindendir.
İttihatçılık mayasının Türkiye Cumhuriyeti’ni biçimlendirmesinin yanı sıra, Türkiyeli devrimcilere de önemli bir miras bıraktığını söyleyebiliriz. İttihat ve terakki tarihçisi olan Erol Şadi Erdinç katıldığı bir tarih programında, ittihatçılığın her şeyden evvel bir ruh olduğunu söyler. Bu ruh idealleri uğruna gözünü budaktan sakınmayan, en yüce fedakarlıklarla donanmış bir kadro kuşağının ruhudur. Türkiye’de yeni bir devrimci kadro kuşağı ortaya çıkacaksa, mutlaka ayağını bu topraklara basıp, ittihatçıların kararlılıklarından, zamanlamacılıklarından, mücadele biçimleri ve yöntemlerinden mutlaka beslenmelidir.
Türkiye’de yaklaşık iki yüz yıllık bir mücadele sürüyor. Bir tarafta ittihatçıların Kemalizm’e uzanan laisist modernleşme çizgisi, diğer tarafta ise bu çizgiye sürekli muhalefet etmiş ve 2000’li yılların başlarında iktidar olarak tarihsel hedefine oldukça yaklaşmış olan muhafazakâr modernleşme projesi. Muhafazakâr modernleşme çizgisi 1908 Devrimi yıllarında Ahrar Fırkası ve Hürriyet ve İtilaf Partisi’nde somutlaşmış, cumhuriyetin kuruluş yıllarında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nda vücut bulmuş, 1950’lerden itibaren DP ANAP-AP ve 2002 yılından itibaren ise AKP ile temsil edilmiştir. 1908 ve 1923 tarihleri bu kavganın asıl kırılma noktalarını oluşturmuştur. Kırılma noktalarının bu tarihlerde oluşmuş olması muhafazakâr çizginin, tarihsel olarak cumhuriyet karşıtı olmasıyla ilgilidir.
AKP iktidara geldikten sonra cumhuriyetin kazanımlarına savaş açmış, bu kazanımları tasfiye etmiş ve yeni bir rejim inşasına girişmiştir. Yeni bir düzen inşası, yeni bir tarih yazımı ihtiyacını ortaya çıkarmıştır.
Kurulmaya çalışılan yeni düzenin düşünsel kökenleri, muhafazakâr çevrelerin karşı- devrimci tezlerinde ve 1980 sonrasında üretilmeye başlayan sivil toplumcu ve liberal dalgada görebiliriz. Muhafazakâr tarihçiler ve liberal çevreler devlete sınıflar-üstü bir anlam yükleyerek, 1908-1923 devrimlerini merkez-çevre paradigmasıyla değerlendirmiştir. Çevre, toplumdaki tüm sınıfların ortak çıkarlara sahip oldukları ve devlete karşı bir araya geldikleri bir yapıdır. Merkez ise devlettir ve devlet tüm sınıflardan bağımsız kendi çıkarları olan bir yapıdır. Devletin ve toplumun sınıfsal karakterinin örtüldüğü bu paradigma yöntemsel olarak arızalıdır. Marksist literatürde devlet, en basit ifadesiyle ezen sınıfın ezilen sınıfı kontrol etme aracıdır. Devletin bir araç olarak ortaya çıkması bu ihtiyaca bir yanıttır. Dolayısıyla muhafazakâr tarihçiler 1908-1923 devrimlerine baktıklarında sınıf mücadelelerinin nüvesini bile göremezler. Onlara göre bu dönem Merkez egemenliğinin, kurucu dönemidir. Bu dönem bürokratik elitler tarafından yapılan köklü yenilikler, halka zorla dayatılmıştır.
Mütedeyyin halk kesimleri ezilmiştir, bürokrasi güçlenirken, halk siyasetin dışına itilmiştir. Türkiye sağının fetiş haline getirdiği “milli irade” söylemi, seçim meydanlarında “ezilen çevreye” seslenerek popülist söylemlerde bulunması, merkez-çevre paradigmasının siyaset alanına yansımasıdır. Bu paradigma AKP’nin yeni tarih yazımında omurgayı oluşturmuştur cumhuriyetin tasfiye sürecinde bu söylemleri derinleştiren AKP, demokratikleşme, halkın siyasete katılımının artması ve merkezin egemenliğinin kırılması adına, yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışmıştır. Örneğin; 2007-8 yıllarında başlayan Ergenekon Operasyonlarıyla, yüz yıldır devleti yöneten darbeci zihniyetin son bulacağı, vesayetçi rejimin sonra ereceği söylemi yaygınlıkla kullanılmıştır, İlk duruşmasının, 1908 Devrimi’nden yüz yıl sonra 2008 yılında başlamış olması ise ayrı bir ironidir.
Tasfiye sürecinin belki de son adımın oluşturan 2010 referandumu olmuştur. Bu adımdan sonra yargı Gülen Cemaati’nin eline bırakılmıştır. Referandum süreci boyunca toplumda sürekli “merkez” korkusu yaratan AKP, bu “korkudan” beslenmiştir. Bu tarihten itibaren cumhuriyet karşıtı söylemlerini daha daha da ileri götüren T.Erdoğan, M.Kemal ve İ. İnönü’den “iki ayyaş’ olarak bahsederken, AKP’li yazarlar ve tarihçiler bu iki figürün yerine “Reis” figürünü koymuştur. Geçtiğimiz günlerde muhtarlarla yaptığı toplantıda konuşan T.Erdoğan, Cumhuriyet Türkive’sinin sınırlarını belirleyen antlaşma olan Lozan’ı “hezimet” olarak nitelendirmişti. Bu söylem, muhafazakâr düşünce için yeni değildir. Yeni dönem tarihçi prototipi diyebileceğimiz Kadir Mısıroğlu, Lozan Antlaşmasının “hezimet” olduğunu iddia eden ciltlerce kitap yazmıştır.
Aslında açılan bu tartışma, Lozan Antlaşması’nın içeriğinden bağımsız cumhuriyetin kuruluşuna dair bir tartışmadır. Sevr Antlaşması çok ağır hükümlerin yer aldığı bir antlaşmayken, muhafazakâr tarihçiler bu antlaşmayı tartışma konusu yapmaz. Çünkü antlaşma Vahdettin tarafından imzalanmıştır. Fakat Lozan Anlaşması’nı imzalayan kadrolar, saltanatı ve halifeliği kaldırmıştır. Düşmanlığın ana kaynağı buradadır. Dolayısıyla AKP iktidarının tarihsel olarak Osmanlı Devleti’ni referans aldığını söylemek mümkündür.
İktidarının ilk yıllarında padişah olarak Fatih Sultan Mehmet’in ön plana çıkarıp, fetih kutlamalarını her sene coşkulu bir şekilde gerçekleştiren AKP, dış politikada “fetihçi” bir politika izleyeceğini düşünüyordu. 2010 yılında Ortadoğu’da başlayan “Arap baharı” süreciyle ise Yavuz Sultan Selim figürünü ön plana çıkarıyordu, Çünkü Osmanlı, Yavuz döneminde fetihlerini batıdan doğuya çeviriyordu Üçüncü köprünün isminin Yavuz Sultan Selim Köprüsü olmasını bu şekilde değerlendirebiliriz. Geldiğimiz noktada belirlenen dış politika belirlenimli iki figürün çöküşü, içerde Abdülhamid figürüne sarılmak olmuştur.
Son dönemde yapılan Abdülhamid güzellemelerinin nedeni budur. Belediyelerin reklam panolarından, konferans salonlarına kadar etkinliklerin Abdülhamid üzerine olması, Abdülhamid’in beşinci kuşak torunu olan Nihan Osmanoğlu’nun sosyal medyada parlatılması ve referandumda evet oyu vereceğini açıklaması bu güzellemelere örnek olarak gösterilebilir. Aynı zamanda danışmanlığını muhafazakâr tarihçi Mustafa Armağan’ın yaptığı ve TRT de yayınlanmaya başlayan Payitaht “Abdülhamid” dizisi de. Abdülhamid dönemini ” Yeni baştan ” yazmaya aday olarak gösterilebilir. Muhafazakârlar yıllar boyunca Kurtuluş Savaşına önderlik eden kadroların, cumhuriyetçi kimlikleri altında ezilmiştir. Bu yüzden 23 Nisan, 29 Ekim, 19 Mayıs gibi ulusal bayramlarda yapılacak törenleri es geçmiş. Çanakkale Savaşı’nı “iman gücüyle kazanılan” bir savaş olarak görüp, bu zaferi yüceleştirmiştir. Çanakkale Savaşı’na dair yazılanlar ise metafizik öğelerle doludur ve hiçbir bilimselliği yoktur.
15 Temmuz günü yaşanan darbe girişimi ve darbenin başarısızlıkla sonuçlanması ise, AKP’nin tarih yazımında önemli bir yere oturmuştur. T. Erdoğan’ın “Lozan hezimettir” açıklamasını yaptığı toplantıda. 15 Temmuz tarihini de ikinci bir Kurtuluş Savaşı olarak nitelendirmesi birbirini tamamlayan bir söylemdir. Çünkü açılan Lozan tartışmasında, 1923 yılında “bürokratik elitler” tarafından kurulan Cumhuriyetin yerine, 15 Temmuz tarihi koyuluyordu. Eğitim-öğretim yılının başlamasıyla, 15 Temmuz’u anlatan broşürlerin öğrencilere dağıtılması, anaokulunda öğrencilerin 15 Temmuz’u canlandırması ve birbiri ardına gelen etkinlikler bu iddiamızı kanıtlar niteliktedir.
Özetle muhafazakâr düşünce tarihi yeni baştan yazmaya soyunurken, belirli bir sistematikten ve tarihsel bütünlükten yoksundur. İstibdat dönemine özlem duyup, başkanlığa soyunanlar, karşılarında yeni bir devrimci kadro kuşağı göreceklerdir.
Yaşasın Hürriyet!
Dipnot
- Ece Ayhan’ın Bel Kanto adlı şiirinden – Bütün Yort Savullar İçerisinde
- Philippe Beneton, Muhafazakarlık, İletişim Yayınları, 2. Baskı, s. 11
- Sait Paşa’nın anılarından aktaran, Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa cilt-1, Remzi Kitabevi, 10. Basım, s.244
- Mim Kemal Öke, Derin Tarih Abdülhamid özel Sayısı içerisinde, Bir Hamid Var Hamid’den içeri, s.16
- 1881-1939 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun dış borçlarını denetleyen kurumdur.
- Şevket Süreyya Aydemir, a.g.e, s.203
- Attila İlhan’ın Ferda adlı şiirinden – Bela Çiçeği içerisinde
- Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler cilt-1, Tekin Yayınevi, 3. Basım, s. 485
- Y.A. Petrosyan, Sosyalist Açıdan Jöntürk hareketi, Yordam Yayınevi,1. Basım, s.126
- Yalçın Küçük, Aydın üzerine tezler cilt-3, Tekin Yayınevi, 3. Basım, s.231
- Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi cilt-1, İmge Yayınevi, 4. Baskı, s.60
- Metin Çulhaoğlu, Doğruda Durmanın Felsefesi cilt-1, YGS Yayınları, 1. Basım, s.421