21. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Devrimci Propagandanın Özü Üzerine

Gündelik hayatın olağan akışında kültürel referansların ya da ideolojik motiflerin, bu ‘‘olağan’’ akışı nasıl ve hangi saiklerle belirlediği sorunsalı, siyasi mücadelelerin günümüzdeki belki de en önemli ayaklarından biri. Kitle iletişim araçlarının gelişerek gündelik hayatın boşluklarını doldurması, bu araçlarla gönderilen iletilerin hem alıcısının hem de göndereninin sürekli olarak tetikte olmasını zorunlu kılıyor. İletinin nasıl üretildiği, bu üretim sürecinde hedef kitlenin nasıl belirlendiği, belirlenen hedef kitlenin çeşitli uygulamalarla nasıl alt birimlere ayrıldığı, bu alt birimlerin bir bütün çevresinde nasıl devinim sağladığı üzerine uzun uzun kafa yormak gerekiyor. Bir yandan koca bir kültür endüstrisinin oyun bahçesi gibi görünen kitle iletişim araçlarının oluşturduğu alan aynı zamanda çok gelişken bir muhalefeti de içinde barındırıyor. Bu alan içinde yaratılan alternatif kullanım pratikleri çok ciddi toplumsal kalkışmaların tetikleyicisi haline gelebiliyor. Bizi bu tartışmayı yapmaya zorlayan koşullar da tam olarak burada başlıyor. En azından bu güne kadar olan örnekleri için bu alan içinde alternatif pratiklerin oldukça bireysel ve rastlantısal olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yazının geri kalanında detaylı bir şekilde incelemeye tabii tutacağımız soru da bu rastlantısal ve bireysel örneklerin bir yumak etrafında nasıl kalıcılaştırılacağı ya da nasıl yönetilebilir kılınacağıdır. Her ne kadar her bir ülke için farklı dinamikler söz konusu olsa da, evrensel ve çok kültürlü bir alanın kullanımının belirlenmesi çok karmaşık mekanizmaların analizini zorunlu kılıyor. Ancak sorumuza cevap vermek adına tartışmanın bütün alt başlıklarıyla tüketilmesi de gerekmiyor. Alanın genel olarak tanımlanması e Haziran Direnişi’yle birlikte ortaya çıkan dinamiğin bugün nasıl okunması gerektiği üzerinden tartışmamızı derinleştirmeye çalışacağız.

İletinin Göndereniyle Alıcısı Arasındaki Çizgi Eriyor

Kültür alanının detaylı bir analizine girişmeyeceğimizi peşinden belirtelim, ancak dünyada ‘‘contemporary’’ olarak bilinen ‘‘güncel’’ sanat akımının bu alanı nasıl dönüştürdüğünü ve 1980 sonrası neo-liberal ekonomi politikalarla birlikte sıradan halk tabakalarının ‘‘kültür’’ alanıyla ilişkileneceği uçların nasıl neredeyse sıfır noktasına getirildiğini tartışmamız gerekiyor.

Güncel sanat (contemporary) başlangıcı 1917’ye kadar uzatabileceğimiz yaklaşık olarak yüz yıllık bir seyir izliyor. Marcel Duchamp’ın Fountain (Fıskiye) adlı eseriyle birlikte neyin sanat eseri olarak değerlendirilebileceği üzerine epey tumturaklı bir tartışma başlıyor. (Duchamp bir pisuvar üzerine imza atıp onu sergilemişi.) Sanatın ‘‘ne’liği’’ üzerine olan bu tartışma 1960’lara kadar yaratıcı, öğretici denebilecek örnekler çıkarabiliyor ancak 1980’lerden itibaren neo-liberalizmin ilan edilmesiyle oluşturulan kültür endüstrisi ‘‘contemporary’’ i de belirlemeye başlıyor. Üretilen eserlerin reklam değeri üretmesi, yüksek fiyatlara satılması temel güdü haline geliyor. Bir diğer ifadeyle ‘‘contemporary’’ neo-liberal piyasa ekonomisiyle tam uyumlu bir hale getiriliyor. Tartışmanın bu kısmını daha sonra geri dönmek üzere burada ara verip asıl olarak güncel sanat (contemporary) üzerine yoğunlaşmamız daha verimli olacaktır.

Performatif Estetik kitabında Erika Fischer-Lichte güncel sanatın, sanatın göndereni ve alıcısı arasındaki ilişkiyi nasıl dönüştürdüğünü bir örnek üzerinden detaylı bir şekilde anlatıyor, biz de temel olarak bu örneği ele alalım. 1975’de Marina Abramovic Lips of Thomas adlı eseriyle izleyicilerini oldukça şaşırtan bir performansa imza atıyor. Abramovic, performansını sergilediği sanat galerisinde izleyicilerin önünde önce bolca kırmızı şarap ve bal tüketiyor, sonrasında duvara astığı beş köşeli yıldız içindeki fotoğrafının önüne geliyor ve bir bıçakla çırılçıplak bedeni üzerine beş köşeli bir yıldız çizmeye başlıyor. Fischer-Lichte’nin de aktardığı üzere, Abramovic bu performansı gerçekleştirirken en ufak bir acı belirtisi göstermiyor. Ancak bir noktadan sonra bu performans karşısında izleyiciler tedirgin olmaya başlıyor, Abramovic’in acı çekmeden gerçekleştirdiği performans izleyicileri rahatsız ediyor. İzleyiciler Abramovic’e mücadele ederek performansın devam etmesinin önüne geçiyor. Bu performansın devam etmesinin önüne geçiyor. Bu performansın bir sanat eseri olarak değerlendirip değerlendirilemeyeceği tartışmasını bir kenara koyarak devam edelim. Fischer-Linchte bu örnekle birlikte eserin üretim sürecinde, iletinin göndereni ve alıcısı arasındaki çizginin erimeye başladığını öne sürüyor. İzleyiciler, bu performansın durdurulmasıyla üretim sürecinde aktif bir rol almış oluyor. Başka bir örnekle devam edelim.

Richard Schechner, Vietnam Savaşı’nı ve özellikle My Lai Katliam’ını konu alan Commune isimli tiyatro eserinde izleyicilerle oyuncuları doğaçlama, ortak bir üretime iten bir süreç ortaya koyuyor. Oyunculardan biri seyirciler içinden rastgele beş kişi seçerek My Lai köylülerini temsil etmelerini istiyor. Seyirciler homurdanmaya başlayınca oyuncu öne çıkarak şunları söylüyor:

‘‘Şimdi performansın sona erdiğini göstermek için gömleğimi çıkarıyorum. Sizin şu seçenekleriniz var: Birincisi, dairenin içine gelip performansı sürdürebilirsiniz; ikincisi, seyircilerden herhangi birine gidip onun sizin yerinize bunu yapmasını isteyebilirsiniz ve eğer onlar bunu yaparlarsa o zaman performans devam edecektir; üçüncüsü, bulunduğunuz yerde kalmaya devam edebilirsiniz ve bu durumda performans da durmaya devam edecektir; ya da dördüncüsü, eve gidebilirsiniz, bu durumda performans siz olmadan devam edecektir.’’

Seçeneklerin sıralanmasından sonra seyirciler verecekleri karar her ne olursa olsun üretim sürecinde aktif birer oyuncu haline getiriliyor. Oyunun sergilenmesinde doğrudan rol almış oluyorlar ve bununla birlikte oyuncu ve seyirci arasındaki çizgiyi silikleştiriyorlar. Edebiyat alanından bir örnek vererek devam edelim.

Julio Cortazar çok bilinen kitabı Seksek’te, çok çeşitli bir okuma pratiği geliştiriyor. Kitap istenirse başından başlayıp sonuna kadar bölüm atlamadan okunabilir; ya da bölümler yazarın sıralandırdığı şekliyle ‘’sekerek’’ okunabilir; ya da bunlar tercih edilmiyorsa okur kendi okuma sıralamasını oluşturabilir. Yazım aşamasında olmasa dahi Cortazar bu şekilde okuyucuyu eserin alılmamasında aktif bir konuma yerleştirmiş oluyor. Okuyucu dilediği gibi eseri kendinin kılabiliyor.

Örnekler çoğaltılabilir ancak tartışmanın seyri açısından bu örnekler yeterli bir zemin oluşturuyor. Bu dönem içinde verilen bütün örnekleri aynı kefeye koymak hatalı olacaktır, ancak gözle görülür bir eğilimin ortaya çıktığını saptayabiliriz. Yeni olan gönderenle alıcı arasındaki çizgiyi eriten olarak tariflenebilir. Yukarıda yarım bıraktığımız kültür alanının piyasalaşması üzerinden devam edelim.

İlginç olan şu ki sanatçıyla izleyici arasındaki mesafe giderek silikleşirken, sıradan halk kesimlerinin sanatla ilişkilenebileceği alanlar giderek azalır. Sanat üretimi bir endüstri haline getirildiğinde, bu faaliyet belli başlı yerlerde yapılır hale gelir. Bu bir yandan başta değindiğimiz neyin sanat olup olmadığı tartışmasına dönmemizi zorunlu kılıyor. Örneğin bugün sosyal medyada bir IKEA ürününü sanat eseri olarak değerlendiren insanları gördüğümüzde çoğunlukla dalga geçeriz, ya da rastgele yere bırakılmış bir gözlüğü dünyanın en ilginç sanat eseri olarak değerlendirilmesine anlam veremeyiz. Sanat alınıp satılan tüketilen bir metadır artık, bu sebeple dünya tarihinde sanatın toplumların bu denli gündeminde olduğu bir başka dönem yoktur desek hataya düşmeyiz sanırım. Tartışmayı burada daha da inceltmek mümkün ama genel olarak contemporary’nin öğretici yanları olduğu kadar, sığ yanlarının da olduğunu belirterek asıl tartışmamıza geri dönebiliriz.

Haziran Direnişi: Sanat Sokağa Çıkıyor

Haziran üzerine detaylı politik çözümlemeler yapmak yerine bir önceki alt başlıkta olduğu gibi öne çıkan birkaç örneği ele alarak genel çerçeveyi çıkarmaya çalışacağız. Haziran’ı bu kadar özgün kılan nedir? Daha önce hiçbir yerde bulamadığımız ne vardır içinde?

Zaman zaman kolektif, zaman zaman bireysel direniş biçimlerinin büyük bir ustalıkla yaratılabildiği çok özgün bir süreçtir Haziran. Herkesin bir şeyler alabildiği ama aynı zamanda ve daha çok olarak kendinden bir şeyler katabildiği bir tarihsel dönemeçti. Alabildiğine rastlantısal ve yönetilmezdi. Bir yandan Gezi Parkı’nda direniş çadırları tarumar edilirken, ertesi gün Gezi Kütüphanesi kuruluyordu. Sabahın erken saatlerine kadar direnen birbirlerini tanımayan pek çok insan soluklanmak için birbirlerinin evlerini ortak kullanım alanları olarak dönüştürebiliyordu. Direniş olağanüstü bir yaratıcılık ve kolektiviteyle örülüyordu. Bu noktada konumuz açısından en öne çıkan örnek şüphesiz ‘’Duran Adam’’ örneği. Performans sanatçısı olan Erdem Gündüz, Gezi Parkı’nın polis şiddeti ve gaz bombalarıyla bir günün ertesinde AKM önünde ‘’durarak’’ ilginç bir direniş metodu ortaya koydu. Dakikalar içinde sosyal medya ağları üzerinden yayılan ‘’Duran Adam’’ tweetlerinden sonra pek çok insan Taksim Meydanı’na inerek durmaya başladı. Başlangıcı açısından oldukça özgün, bireysel ve rastlantısaldır. Dikkat değer. Devam edelim.

Boğaziçi Caz Korosu’nun park içinde verdiği konserler, Taksim Meydanı’nın ortasında verilen piyano dinletileri, bale gösterileri… Hemen hemen hepsi rastlantısaldır. Burada kritik olan nokta üretim alanının açılmasıyla birlikte gönderenle alıcının kusursuz bir şekilde bir ve aynı kişi olabiliyor olmasıdır. Duran Adam örneğinde iletiyi Erdem Gündüz’le birlikte binlerce insan üretmiştir. Gezi Parkı’nda Boğaziçi Caz Korosu’nun haykırdığı ‘‘Çapulcu musun vay vay!’’ direnişin marşı haline gelmiştir. Alıcıyla gönderen arasındaki açı çoğunlukla yok denecek kadar azalmıştır.

Sonuç Yerine

Bugün devrimci bir propagandanın ya da üretilecek direniş yöntemlerinin bu birikimden beslenmemesi düşünülemez. Temel belirleyenin iletiyi üretenle, iletinin alıcısını tek bir potada eritmek olduğunu söyleyebiliriz. Üstte de belirttiğimiz gibi bugüne kadar verilen örneklerin pek çoğu rastlantısaldır. Bu özgün olmalarının en büyük sebeplerinden biri olmasına rağmen kendini sürekli olarak üretemediği müddetçe sönümlenmeye yüz tutan örneklerdir aynı zamanda. Haziran’ın bize öğrettiği en önemli derslerden bir tanesi üretim alanı açıldığında çok çeşitli kanallardan çok farklı insanlarca üretimin kendisinin yeniden üretebilir kılındığıdır. Devrimci propagandanın önünde duran ödev bu üretimlerin çeşitlenmesinin ve devamlı kılınmasının yollarını aramaktadır. Çünkü artık insanlar ‘’şarkı dinlemek değil, şarkı, şarkı söylemek’’ istemektedirler.