“Türk aydınının, kendisiyle ilgili düşünceleri tersine çevirmeye çalıştım. Zor olmadı; Türk aydını başıyla yürüyor ve ayağıyla düşünüyordu. Tersti; tersine çevirmeye başladım.”1
Yazıya Aydın Üzerine Tezler’den yaptığımız bu küçük alıntıyla başlamamızın sebebi Yalçın Küçük’e “aydın serisini” yazdıran motivasyonla Yeni Yazılar’ın bu sayısında açmaya çalıştığımız “yeni aydın kuşağı” tartışmasının aynı motivasyona sahip olmasındandır. Bu yazıda Metin Çulhaoğlu ve Yalçın Küçük’ün yapmış olduğu aydın incelemelerini değerlendirerek dünden bugüne “aydın”dan bakiye kalanları ortaya koyup yeni bir aydın karakterinin özelliklerini öne çıkarmaya çalışacağız. Her ne kadar Türk aydınının gelişim ya da değişim çizgisinin bütün tarihsel uğraklarıyla ele alınması bu yazının sınırlarını aşsa da aydını öne çıkan özellikleriyle resmedip mevcut olanı tersyüz ederek (inside out) ondan yeni bir karakter yaratmaya çalışacağız. Bir diğer ifadeyle yeşil cronopioları2 mavi gözlü devlere çevireceğiz.
Aydın Üzerine Tezler’de ortaya konduğu üzere başlangıç olarak bir aydın tanımı yapacak, ardından Türk aydınının tutamak noktaları ya da “köksüzlüğünü” ortaya koyacağız. Yeni aydını bu iki zemin üzerinde inceleyeceğiz.
Aydının Homo creatus3 olarak portresi
Bir parantez açarak belirtmek gerekirse yazının başlığının ekonomi politiğe gönderme yapması, ekonomi politiğin en geniş anlamda kaynakların kullanımının üstyapıyla olan bağını ve farklı kullanımların nasıl farklı sonuçlara neden olduğunu incelemesi sebebiyledir. Daha açık bir ifadeyle gönderme, yeni aydının oluşacağı maddi koşulları ortaya çıkarabilmek için, aydını yaratan mevcut kaynakların incelenmesini kolaylaştırmak adına yapılmıştır. Parantezi kapatıp bir aydın tanımı yapma girişimiyle devam edelim. Her ülke ekonomi politik açısından birbirleriyle kimi benzer yanlar taşımasına ve oluşan ilişkiler bütünü üzerinden birbirlerini etkilemelerine rağmen farklı uğrak noktalarından geçerler, dolayısıyla lokal olarak farklı bir incelemeyi gerektirirler. Peki, buradan hareketle Türk aydınının kendini ayrıştırdığı özellikleri nerede arayacağız?
Yalçın Küçük, aydın serisinin birinci cildinde Türk aydınını “Türk tarihinin ürünü olarak”4ele almanın metodolojik olarak en doğru yöntem olduğunu belirtiyor.Ancak Küçük, bir diğer yandan aydının “Türk tarihsel eyleminin çocuk kalmış çocuğu olmasının”5 onun Aşil topuğunu oluşturduğunu da ekliyor. Daha açık bir ifadeyle Türk aydınının yalnızca eylemi üzerinden değerlendirilmesi onun “düşün ile eylem arasında kimyasal bir bileşim kuramamasından kaynaklanıyor.”6 Çok büyük bir doğallıkla aydın düşünsel sığlıkta büyüyemiyor.
Küçük’ün açıklıkla belirttiği üzere Türk aydınının tarihsel olarak düşünsel temelleri zayıftır. Dolayısıyla aydın eylemini besleyecek düşünsel kaynakları oluştururken seçici davranmak zorunda kalmıştır. Daha açık bir ifadeyle kendi düşünsel kaynaklarının yetersizliği, onun ihtiyaç duyduğu kaynakları “dışarıda” var olanların arasından seçerek almasına sebep olmuştur. Ya da Türk aydını menşei ne olursa olsun “düşüncenin” ithal ikamecisi olmuştur.
Bir soruyla devam edelim. Peki Türk aydını, hangi düşünceye ihtiyaç duyduğuna neye göre karar vermiştir? Aydını, tarihin ya da eylemin bir ürünü olarak ele aldığımızı belirttik. Dolayısıyla aydına öğretmen olan hareketidir bir diğer ifadeyle inadıdır. İnat eder, yenilir, yenilgisinden yeniden öğrenir. Bu noktada yine seriden bir örnekle devam etmek faydalı olacaktır. Küçük, Abdülhamit’in Genç Osmanlılar üzerinde “umulmadık azgınlıkta bir umut kırıklığına”7 sebep olduğunu belirtir. Aydının bir bütün ve süreklilik içinde ele alınması sebebiyle de bu umutsuzlukla birlikte Genç Osmanlılar’dan İttihat Terakki’ye geçişte işleyişi daha sıkı ve disiplinli bir yapı oluşturma ihtiyacının ortaya çıktığına işaret eder. Aydın çaresizliğinden öğrenerek eylemini daha gelişkin bir çerçevede sürdürmeye devam eder.
Üstte de belirttiğimiz şekliyle Türk aydını teorik köklerinden yoksundur, tam da bu sebepten ötürü öğrenmek için eylemine muhtaçtır. Yolunu inadı aydınlatır ve yenilgisinden öğrenir. Türk aydını inadından vazgeçtiği an ölür. Her ne kadar burada ölüm metaforik bir anlam içeriyor olsa da, Türk aydını eylemsiz bir ortamda kelimenin ilk anlamıyla da ölür. Bulunduğumuz nokda Üçüncü Selim’in inadı olmadığı için ölen bir aydın karakteri olarak öne çıkarabiliriz. Küçük, “Üçüncü Selim’in bir Türk aydını olarak ele alınması ve saygı duyulması” gerektiğini açıkça ifade eder. Ancak Selim’in inadı yoktur. O, “Türk aydınının embriyonik biçimidir, rüşeym halindedir. Öldürülmüştür. İnadı olmadığı için boğulmuştur.”8
Somut örnekler elbette çoğaltılabilir, ancak ifade edilmek istenen kısaca Türk aydınının ancak eylemle kendini var edebilmesidir, bir başka ifadeyle tek tutamak noktasının “kendisi” olmasıdır. Tarihsel olarak duruma tezat oluşturacak aksi bir örnek yoktur.
Aydının yöntemsel olarak eyleminin bir ürünü olarak ele almanın toplum üzerinde de bir takım özgün sonuçlar doğurduğunu belirterek devam edelim. Salt eylemin dönüştürücü bir pratik olarak ele alınması çoğu zaman eylemin yazıdan daha etkili olmasını beraberinde getiriyor. Küçük, “özellikle teorik birikimi yoksul, bilimsel bakış açısı gelişmemiş, bilimsel bakış açısı zayıf olduğu için her eylemde geçici ile kalıcıyı birbirinden ayırt etmekte başarısız toplumlarda bir eylemin bin yazıdan daha etkili olabildiğini”9 sadelikle ifade ediyor.
Birkaç noktaya vurgu yapmak gerekiyor. Birincisi daha ileri bir aydın yaratabilmek adına düşünen ve eyleyenden basit bir ortalama çıkarılması yanıltıcı, ortaya çıkan ürün ise yaratıcılıktan yoksun olacaktır. Dolayısıyla gerekli olan teori ile pratiğin aritmetik ortalaması değil, her ikisinin diyalektik birleşimidir.10 Peki nedir bu diyalektik birleşim? Metin Çulhaoğlu Türkiye sol aydınının entelektüel birikiminin zayıf olmasının, aydının haliyle “önce algılama, sonra çözümleme, ardından yeniden kurgulama süreçlerini zenginleştirecek genişlikte ve derinlikte bir bilgi edinimi”nden11 yoksun olmasına sebebiyet verdiğini açıklar. Çulhaoğlu, entelektüel birikimin ötesinde aydının düpedüz entelektüelizme kapılmadan yoluna devam edebilmesi için de neyin gerekli neyin gereksiz olduğu sorununu aydının ancak kendisinin boğuşarak çözebileceğini ifade eder. Bu boğuşmadan çıkacak başarı da “aydının ne kadar entelijansiya olabildiğini belirleyecektir.”12 Buradan hareketle Çulhaoğlu anlatılmak istenenin açıklıkla “entelektüel birikimin, entelijansiyayı kurama taşımak için; entelijansiya konumunun ise, aydını içinde boğulmayacağı bir birikimle buluşturmak için gerekli”13 olduğunu söyler. Bu diyalektik ilişki kurulamadığı oranda da Çulhaoğlu, “entelektüelin, siyasi pratiği ve bağlanmayı küçümseyeceğini, militanın ise bilimi ve kuramı hor göreceğinin”14 altını çizer.
Entelektüel ve entelijansiya kavramları üzerine yeni bir tanım ve tartışma başlığı açmayı gerekli görmüyorum. Bir miktar vülgarize ederek de olsa entelektüeli eylemsiz bilgili, militanı da bilgisiz eylemli olarak ifade etmemiz mümkün. Çulhaoğlu’nun da ifade ettiği şekliyle bu ikisini bir araya getirecek altın bir formülü a priori belirlemek imkansız. Bir diğer ifadeyle ikisi arasında kronolojik bir öncelik/sonralık ilişkisi kurmak anlamlı değil. Eylem de bilgi de devinim içinde birbirini beslediği oranda değerini artırabilecektir ya da ihtiyaç duyulan, hareket halindeki bilgidir.
Ütopyalar güzeldir
Eylem içinde düşünmek ya da düşünerek eylemek üzerine tartışmak gerekiyor. Eyleyen düşünce enerjiyi yoktan var etmek anlamına geliyor. Başka bir deyişle düşünerek değiştirmek ya da zaman üzerine düşünsel bir şiddet uygulamak şeklinde ifade edilebiliyor. Ekonomi politik açısından yoktan var etmenin mümkün olup olmadığını araştırmakla devam edelim:
“Metaların değişim değerleri bu nesnelerin toplumsal işlevlerinden başka bir şey olmadığından ve değişim-değerlerinin metaların doğal nitelikleri ile ortak hiçbir yanı bulunmadığından ilkin şunu sormalıyız: Bütün metaların ortak toplumsal tözü nedir? Emektir. Bir meta üretmek için ona belli bir miktarda emek uygulamak ya da katmak gerekir. Ama yalnız emek demiyorum toplumsal emek diyorum. Kendi kişisel dolaysız kullanımı için kendisi tüketmek üzere bir nesne üreten bir adam bir ürün yaratır ama bir meta yaratmaz. Kendi kendine yeten bir üretici olarak toplumla ortak hiçbir şeyi yoktur. Ama bir meta üretmek için bu adamın yalnız herhangi bir toplumsal gereksinmeyi karşılayacak bir şey üretmesi değil, kendi emeğinin de toplum tarafından harcanan toplam emeğin bir öğesi ya da parçası olması gerekir. Emeğinin toplum içindeki iş-bölümüne bağlı olması gerekir. Öteki iş-bölümleri olmaksızın bu emek hiçbir şeydir ve kendisi de öteki iş-bölümlerini bütünlemek için gereklidir. Metaları değer olarak ele aldığımızda, onlara yalnızca gerçekleşmiş, belirlenmiş ya da isterseniz billurlaşmış toplumsal emek gözü ile bakarız.”15
Bu alıntıyla birlikte birkaç çıkarım yapmamız zorunlu hale geliyor. Bir, aydın tarafından üretilen, eyleyen düşünce bir metadır. İki, bu halde aydın düşün işçisi olarak tanımlanıyor. Üç, aydının toplumsal emeğinin ham maddesi kendi bilgili eylemi oluyor. Dört, aydın “kendine” dayanarak kendini üretebiliyor. Beş, üretilenin meta olup olmaması toplumsal bir gereksinmeyi karşılayıp karşılamaması, aynı zamanda toplumsal iş-bölümünün bir parçası olup olmaması üzerinden belirleniyor. Aydının eyleyen düşüncesine, bilgisiz eylemi ve eylemsiz bilgiyi harmanladığı şekliyle toplumsal olarak gereksinim duyuluyor.
Sevgi Soysal’ın Yürümek romanının önsözünde yapılan John Berger alıntısını aktararak devam edelim:
“Sözcüklerden önce gelen ve sözcüklerle tam anlatılamayan görme, uyarıcılara karşı mekanik bir tepkide bulunup bulunmama sorunu değildir. Yalnızca baktığımız şeyleri görürüz. Bakmak bir seçme edimidir. Bu pratiğin bir sonucu olarak gördüğümüz nesne-her zaman elimizle dokunabileceğimiz bir nesne olmasa da- ulaşabileceğimiz bir alana taşınır.”16
Eyleyen düşünce var olmayanı ulaşılabilir bir alana taşıyor. Ütopyayı ya da no-landi, ya da yok-şehiri dokunulabilir kılıyor. Aydın kendinden bir dünya yaratmış oluyor.
Sonsöz yerine: “Düş Gerçekliktir”17
Yazıya başlarken Julio Cortazar’a bir gönderme yaparak aydının yeşil cronopiolar’dan mavi gözlü devlere çevrileceği söylenmişti. Her iki metaforu da yerli yerince açıklamaya çalışalım.
Cortaza 1967 yılında Roberto Fernandez Retamar’a yazdığı bir mektupla Güney Amerkialı Aydın’ın durumu üzerine düşüncelerini belirtmeye çalışır. Her ne kadar Türkiye aydınının özellikleri üzerine bir yazı denemesine girişmiş olsak da Cortazar’ın mektubunda kullandığı cronopio kavramının “eski” aydını betimlemek açısından kullanışlı olduğunu düşünüyorum. Mektup’ta belirtildiği üzere cronopio’lar gevşek hafızalara sahip, her konuda tez canlı, iyi niyetli ancak ayakları yere basmayan “köksüz” hayali yaratıklardır. Cortazar da Fransa’da bulunduğu sırada bu kavramı tam da kendisini betimlemek amacıyla kullanır. Politik devinimden uzak yalnızca yazarak var olma ve değiştirme mücadelesinden bahseder. Sonucun dönemi içinde başarılı olup olmadığı tartışması ancak başka bir yazının konusu olabilir. Fakat bu noktada belirtmek istediğimiz, politik bir hareketlilik dışındaki aydın üretiminin Türkiye bağlamında bize yetmeyeceğidir. Dolayısıyla bir önceki alt başlıkta tariflediğimiz eyleyen düşünce dışında kalan karakterleri cronopio olarak betimlememiz yanlış olmayacaktır. Mavi gözlü devleri açıklamakla devam edelim.
Yalçın Küçük 1830-1980 yılları arasında bir bütün olarak ele aldığı “aydın”ın sorunlu özelliklerini ayıklayarak onu hastalıklarından arındırmaya çalışır. Bunu yaparken de üretimini politik devinimiyle diyalektik bir şekilde birleştiren Nazım Hikmet’i ön plana çıkarır. Burada mavi gözlü dev metaforunu kullanmamız cesaret ve akılla mücadele etmiş Nazım Hikmet’i, Yalçın Küçük gibi bizim de bir “örnek aydın” olarak ele almamızdandır.
Son olarak her ikisini bir potada eritmeye çalışacak olursak yazının bütününde cronopiolara var olabilecekleri bir “kök” vererek mavi gözlü devler yaratmaya çalıştık. Ya da mavi gözlü devleri ulaşılabilir bir alana taşıdık. Daha somut bir ifadeyle dile getirmek gerekirse Haziran Direnişi’yle rüşdünü ispat eden “bilgisiz eylemlilere” kazanabilecekleri bir zemin yaratmış olduk. Buradan hareketle yeni aydın kazanmalıdır. Mutlaka kazanacağız!
Dipnot
- Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler 1, Ankara,1990, s.7
- Julio Cortazar, Crronopios and Famas, New York, 1969, s.123
- Homo creatus: Mücadele eden insan
- Yalçın Küçük, a.g.e., s.15-16
- Yalçın Küçük, a.g.e., s.15-16
- Yalçın Küçük, a.g.e., s.15-16
- Yalçın Küçük, a.g.e., s.211
- Yalçın Küçük, a.g.e., s.116
- Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler 2, İstanbul, 2003, s.177
- Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler 1, Ankara,1990, s.242
- Metin Çulhaoğlu, Bin Yıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, İstanbul, 2002, s.37-38
- Metin Çulhaoğlu, a.g.e., s.37-38
- Metin Çulhaoğlu, a.g.e., s.37-38
- Metin Çulhaoğlu, a.g.e., s.37-38
- Karl Marx, Ücret, Fiyat ve Kar, İstanbul, 1977, s.65-66
- Sevgi Soysal, Yürümek, İstanbul, 2014, s.13
- Julio Cortazar, Son Raunt, İstanbul, 2009, s.61