Tekinsiz Edebiyatta İrade-İçgüdü Çelişkisi ve Tarihin Rolü

Sen ey şeytan bu uzun sefaletime acı!

baba tanrının, kızıp yeryüzü cennetinden kovduğu insanların o üvey babası, sen,

Sen, ey şeytan bu uzun sefaletime acı!

Charles Baudelaire 1

Gölgelerden çıkıp gelen benim, trençkot sigara ve kibir, deliliğe kafa tutmaya hazır. Şeytanlarını kovacağım, onların hayalarını tekmeleyeceğim ve düştüklerinde yüzlerine tüküreceğim ve sonra çıktığım karanlığa geri döneceğim, geriye sadece bir selam bir göz kırpış ve bir espri bırakıp.”2

John Constantine

Tekinsiz bir durumla karşılaştığımızda vereceğimiz tepki, birbiriyle taban tabana zıt iki duygunun mücadelesi sonucunda şekillenir; merak ve korku. Kendini koruma içgüdüsü bize yoldan çekilmemizi, korkunç ve baskın olarak algıladığımız bu anomaliden uzak durmamızı emreder. Öte yandan, evrimimizin hediyesi, aydınlanmanın temel taşı olan bilinmeyeni aydınlatma, öğrenme ve çevremizi algılanabilir kılma arzusu, aklımızı ve ayaklarımızı bilinmezliğin merkezine doğru sürükler. Tekinsizliğe karşı alınacak tavır, dış etkilere açık olmakla birlikte, sonuçta kişinin kendi iradesini hangi yöne koyacağına bağlıdır.

Öte yandan, bütün bir toplumu ele aldığımızda, farklı dönemler bu doğal tepkilerden birinin öbürüne görece üstünlük kurduğu toplumsal ruh halleri yaratır. Zamanın ruhu, teker teker her bir bireyin çevresiyle etkileşimini kesin olarak belirleme gücüne sahip olmasa da toplumun çevresiyle baskın ilişkilenim biçimini belirlemeye yetkindir. Sanat ise döneminin birey-çevre ilişkilenim biçimlerini hem yansıtma hem yeniden üretme rolü üstlenir. Her dönem çeşitli kültür ve altkültür akımları çerçevesinde farklı oranlarda iradeyi yahut çaresizliği öne çıkaran akımlar var olsa da ana akım her zaman baskın olanın hikayesini anlatır. Hem anlaşılması için nispeten daha az eğitim gerektiren, hem örneğin sahne sanatlarına göre kendisine çok daha anlık müdahale kanalları açabilen edebiyat ise; modern Batı sanatının neredeyse her çelişkisinde olduğu gibi, birey-çevre mücadelesinde çubuğu bu iki temel içgüdüden birine doğru bükme görevinde başat rolünü üstlenir.

Bu yazının amacı birey-çevre çelişkisinin yarattığı iki temel izleği, birbirinden olabildiğince farklı dönemlere damgasını vurmuş iki yazarın aynı çelişkiye zıt uçlardan yaklaşan iki eserini içinde üretildikleri dönemler bağlamında karşılaştırmak. İçinde bulunduğumuz ve bulunacağımız farklı karakterdeki dönemleri anlamlandırmak, hem toplumsal güçten yola çıkarak ana akım kültürü etkilemek hem de ana akım kültür vasıtasıyla topluma müdahale etmek için gerekli. Bunun için farklı araçlar geliştirmeye ihtiyaç duyduğumuz açık. Bu yazının, bu ihtiyacın karşılanması için gerekli olan altyapıyı ve ihtiyaç duyduğu bazı tartışmaları açmasını umuyorum.

Birey ile çevresinin, irade ile çaresizliğin, rasyonel ile irrasyonelin, bilinç ile içgüdünün mücadelesi, toplumsal olarak ele alındığında, çoğu dönem bir tarafa kesin bir ehliyet veremeyecek kadar dalgalı olmakla birlikte, hemen her zaman kolaylıkla fark edilebilir şekilde bir tarafı diğerinden fazla öne çıkarır. Yazının amacına hizmet etmesi için bu karşılaştırmayı taban tabana zıt, temsil ettikleri izleğin neredeyse karikatürize hali olan iki radikal örnek üzerinden yapacağım, fakat bir eserin bu çelişkinin bir tarafına tavizsiz şekilde tabi olmasının sık tekrarlanan bir durum olmadığını belirtmek gerekiyor. Edgar Allan Poe’nun “Kara Kedi” öyküsü, değişmez, anlaşılamaz ve sınırsız güce sahip doğanın insan aklı ve iradesini hiçe saydığı bir evren kurgularken; Arthur Conan Doyle’un “Baskerville Tazısı” romanı, insan aklının merak tarafından kamçılanarak açıklanamaz olanı açıklama, bilinemez görüneni bilme çabası üzerine kurulu. Bu iki metnin yan yana konulduğunda yarattığı güçlü kontrast, temel hatlarını tespit ettiğimiz iki izleğin somutlanması için faydalı bir yöntem sunuyor.

İçgüdü’nün zafer sarhoşluğu: Kara Kedi

Poe’nun öyküsünde tekinsiz, okuyucuya delinmesi mümkün görünmeyen bir sis perdesinin arkasından aktarılıyor. Poe’nun edebi dehasının kendisini en belirgin haliyle gösterdiği alan olan atmosfer yaratımı, yazarın eserlerinde sıklıkla rastlandığı şekilde öykünün önüne geçiyor. Poe, doğrudan anlatıcının ağzından alıntılarla korkutucu ve mistik bir atmosfer yaratmakla kalmıyor, kullandığı antik ve alışılmadık dille okuyucuyu yabancı ve tekinsiz bir ortamın varlığına bilinçaltını da kullanarak ikna ediyor. Metinlerinin içeriği bir yana, anlatım biçimi olarak dahi okuyucusunun bilincinden çok içgüdülerine hitap etmeye çalışan bir yazarın irade-içgüdü çelişkisinde hangi tarafta olduğu açık olsa gerek.

Hikayenin akışı; devamlı olarak akli dengesini sorgulayan, kişiliği, hatta ismi bile olmayan bir anlatıcının okuyucuya olanlardan çok kendi hislerini anlatması biçiminde. Anlatıcının başından geçenlerin ve eylemlerinin sebepleri hakkında hiçbir fikri olmadığı gibi, kendisi bir sebep sonuç ilişkisi kurma çabasına “[n]eden sonuç ilişkisi arama zayıflığını aştım, afet ve mezalim arasında3 türünden çıkışlar yapacak kadar düşman. Kendisini yüzüstü bıraktığını düşündüğü mantığına ve algısına öfke kusarken, evrenin acımasız rastgeleliğine karşı çaresizlik dışında pek bir şey hissedemiyor. Anlatıcı, olmayan iradesinin yarattığı boşluğu içgüdüleriyle dolduruyor. Primitif içgüdü, akıl ve iradeye kesin bir üstünlük kuruyor.

Anlatıcının kara kediyi öldürme planı, doğaüstünün sınırlarına gezinen bir tepkiyle boşa düşürülüyor. Kuralları değiştirmek için plan yapan insandan, bütün rastgeleliğiyle doğa intikam alıyor.4 Poe, kusursuz ve kesin olan içgüdüye karşı irade koymayı fuzuli ve hatta şımarıkça bir davranış olarak mahkum ediyor. Anlaşılamayan, ezeli ve ebedi, sonsuz kudrete sahip olan doğa, sonunda anlatıcıya boyun eğdirerek bu şımarıklığın öcünü alıyor. Yenilmişlik ve çaresizliğin itirafı, çevresini değiştirme iradesi koyan her bireye ilahi bir uyarı niteliğinde: “Sapkınlık insan yüreğinin en ilkel dürtülerinden biridir -ademoğlunun karakterine yön veren taksimi gayrı kabil temel duyu yahut duygulardan biri. Bundan en az öz ruhumun yaşadığından emin olduğum kadar eminim. Hangimiz kendimizi yüzlerce kez melun yahut saçma bir eylem işlerken bulmadık ki, hem de sırf yapmamamız gerektiğini bildiğimizden?”5

Poe, “Kara Kedi” öyküsünü 1843 yılında ilk defa ABD’de The Saturday Evening Post dergisinde yayınladığında, dünya, özellikle kıta Avrupası, insan iradesinin sınırları konusunda Poe’yla büyük ölçüde aynı ruh hali içerisindeydi. Fransız Devrimi’nin barutu tükenmiş, eşitlik ve özgürlük diyerek iktidarı alan burjuvazi, halk düşmanı karakterini ortaya koymuştu. Fransa’da feodalizmi kanı pahasına yıkan kitleler kralın Paris’e dönüşüne tanık olurken, ABD halkı halen 1837 ekonomik krizinin etkileriyle boğuşuyordu. Artık ezilmek istemediği için ayaklanan ve tiranları yıkan halklar, sonuçta hala eziliyor olmanın hayal kırıklığıyla çaresizliğe ikna olmuş durumdaydı.

Hiçbir şekilde anlaşılamayan, değiştirilemeyen, kendisine kafa tutanlarla alay eden gaddar, ezeli ve ebedi ilahi bir atmosfer temelinde ABD’de şekillenen gotik edebiyatın, anavatanında gördüğü hiç azımsanamayacak ilgiden kat be kat fazlasını Avrupa, özellikle de Fransa’da görmesi tesadüf değildi. Aynı yüzyılın ikinci yarısında gotik edebiyatın beslenme kanalları açısından spiritüel varisi sayılabilecek Fransız sembolizminin ortaya çıkışında da,6 tarihin en etkili romanlarından “İki Şehrin Hikayesi”nde Dickens’ın hem İngiltere, hem feodal Fransa, hem de cumhuriyet Fransa’sına ayrım gözetmeksizin çaresizce kin kusmasında da aynı ruh halinin etkisi vardır.

Tekinsiz’in olmadığı dünyada iradenin kendisiyle savaşı: Baskerville Tazısı

Doyle’un “Baskerville Tazısı” romanı, yazarın başyapıtı olmasının yanısıra, polisiye edebiyat tarihinin doruk noktalarından biri olarak kabul edilir. Tekinsiz temalar yalnız başlarına önem taşımazlar, metindeki tekinsiz (unheimlich) öğeler ancak tekin (heimlich) hale getirilme biçimleriyle anlam kazanırlar. Yazar, eserin önemli bir bölümünde okuru eski peri masallarının gerçekleştiği illüzyonuna ikna etmeye çalışır. En rasyonel görünen karakterler bile birer birer doğaüstü, anlaşılamaz, ezeli bir kuvvete teslim olmayı kabullenir. İnsan aklının soluk almasını zorlaştıran bu atmosfer, giderek yalnızlaştırsa da bilinmezlik karşısında irade ve aklı temsil eden Sherlock Holmes’u ikna etmeye yaklaşamaz bile. Holmes için önüne sıralanan yanıltıcı kanıtların, mantık silsilesine oturmadıkları sürece önemleri yoktur. Holmes’a göre insan aklı gerçekliğin kendisine, mantık kanıta üstündür, çünkü “Bariz bir kanıt kadar aldatıcı bir şey olamaz”7 Holmes için, karşısına çıkan her anomaliyi normalleştirmek, tekinsizliğin ardındaki basitliği bulmak sadece bir zorunluluk değil, aynı zamanda doğal merakını tatmin aracıdır. Holmes, mesleğini basitleştirmek gibi bir arayışa asla girmez; tam aksine kendisine her gün iletilen onlarca dava içinden en ilginç bulduklarını seçer ve bunların üstünde çalışır. Amaç sadece sonuca ulaşmak değil, aynı zamanda çözüm sürecinin kendisidir. “Her şeyin ters gittiği bir dava kadar tahrik edici bir şey yoktur.”8

Kaçınılmaz son, Holmes’un sadece kendi aklına güvenerek bütün imkansız, asimetrik, mistik kabul edilen olguların önündeki perdeyi yırtıp atması, okuru girdiği tekinsiz transtan çıkartır ve önüne basit, sıradan ve gündelik bir problem koyar: miras kavgası. En “doğaüstü” Sherlock Holmes öykülerinden biri, insanoğlunun açgözlülüğü gibi basit, sıradan ve doğal bir açıklamayla son bulur.

İnsan aklı olağanüstü olana karşı değil, kendi üstüne mistik bir perde çekmeye çalışan insan aklına karşı mücadele etmiştir. Bu, iradenin tekinsizi fethinden de öte, doğrudan tekinsizin varlığını reddetmek anlamına gelir. Tekinsiz, bir insanın materyal hırsları için, zayıf insanların aklını bulandırmak için yarattığı bir aldatmacadır. Tekinsizlik, bir gerçeklik değil, algı problemidir. Doğaya karşı mücadele konu dışıdır, doğa zaten yenilmiştir. İnsan aklının ve iradesinin tek rakibi yine insan aklı ve iradesi olabilir. “Şeytanın aracıları etten kemikten olabilirler, değil mi?9

Tıpkı Poe gibi, Doyle da okuyucusunu irade-içgüdü çelişkisinde aldığı konuma ikna etmek için içeriğin yanında biçimi de kullanır. Polisiye edebiyat geleneğinin hemen her örneğinde olduğu gibi, bu romanda da vurgu, işlenen suç ya da çözülmesi gereken gizemde değil, bu suç veya gizemin açığa çıkartılmasındadır. Ernst Bloch, polisiye romanın bu özgün özelliğini şöyle açıklar: “Bütün diğer anlatım biçimlerinde, iyi ve kötü edimlerin tamamı ilahi (her zaman ve her yerde bulunan, her şeyden haberdar) okuyucunun önünde gerçekleşir. Burada ise tam tersi, okuyucu olumsuz edimi gözlemleyemez. Bu olumsuz edim, (…) açığa çıkarılmalıdır, bu açığa çıkarma süreci metnin münhasır temasıdır.10 Tema, bilinmeyenin kendisi değil, bilinmeyenin bilinebilir hale getirilme yöntemleridir; “Açıkça bilinen, yalnızca ima edilen ve tahmin edilenden daha az korkuya yol açar.”11

Bugüne kadar hiçbir roman karakteri, çağının ve ötesinin insanını Sherlock Holmes kadar etkileyemedi. Guinness Rekorlar Kitabı’na en fazla farklı sinema filminde boy gösteren karakter olarak geçen12 dedektif, toplumsal etki açısından kendi yazarını bile önemsiz bir konuma düşürdü. 1893 yılında yazdığı “The Final Problem” öyküsünde, Doyle’un kendisini “daha önemli” konulardan uzaklaştırdığı gerekçesiyle Holmes’u öldürme girişimi, okurların yoğun tepkisi sebebiyle başarısızlığa uğradı. Sherlock Holmes karakterini rafa kaldırdığı yaklaşık yedi yıllık süreçte yazılan, Doyle’un “tarihsel” olarak tanımladığı eserleri okur kitlesi tarafından yer yer nefrete varan bir tepkiyle karşılandıktan sonra,13 Doyle nihayet 1902 yılında baskılara dayanamayarak Holmes’u çoğu eleştirmenin başyapıtı kabul ettiği “Baskerville Tazısı” ile hayata döndürdü.

Bu denli aykırı, çevresine kayıtsız, ahlaki açıdan sorumsuz, neresinden tutulursa tutulsun “kahraman” kabul edilemeyecek bir karakter ile edebiyat tarihinde daha önce rastlanmamış nicelikte kitlelerin kurduğu ilişki, dönemin ruhuna dair çok şey ortaya koyuyor. Birinci Paylaşım Savaşı öncesi 20. Yüzyıl, giderek birbirine daha da bağımlı hale gelerek daha önce görülmemiş seviyelere ulaşan ekonomik kapasite14 ve Napolyon’un kampanyalarından beri birbiriyle savaşmayan Avrupa’nın büyük devletleri arasındaki barışın kalıcı olacağına olan güven15 Avrupa’da bilimsel ve teknolojik gelişmelerin hızlanmasına olanak sağlayan stabil, güvenli, refah ve eğitim seviyesi nispeten yüksek16 bir ortam yarattı.

Eğitim seviyesi ve refahın görülmemiş seviyelere çıktığı Avrupa’nın endüstrileşmiş ülkelerinde, kitleler özgüven kazandı. Bu rölatif düzen ortamının en ateşli muhalifleri olan Marksistler ve Fütüristler de argümanlarını bu rasyonel, iradi, bilimsel anlayışı reddetmek değil, bu anlayışın esas temsilcisi oldukları iddiası üzerinden kuruyorlardı. Doğu’nun mistik monarşileri ve tekinsiz, korkulan Afrika’nın rasyonel Batı emperyalizmi tarafından yağmalanması, uzakdoğunun Avrupa peri masallarında geçen kadim ülkelerinin yüzlerce yıllık geleneklerini terk edip Batılılaşma sürecine girmesi, Avrupa’da batı bilim ve tekniğinin kesin zaferi olarak algılandı. Peri masallarının artık çocukları eğlendirmek dışında bir işlevi kalmamıştı. Holmes’un manevi ve spiritüel olan her şeyi zırva ilan ederek gözlem ve çıkarıma dayanan yöntemi dışında hiçbir şeye güvenmeyen tarzı tam da bu koşulların şekillendirdiği bir Avrupa tarafından sahiplenildi. Bu bağlamda, Sherlock Holmes, dönemin “Avrupa uygarlığı” anlayışının somutlanmasıdır.

Yeni Bir Kültür Yaratmak İçin

Bizim bu denklemde insan iradesinden ve aydınlanmaya kapı aralayan temel insan dürtüsü olan meraktan yana tavır aldığımız açık. Yalnız buraya önemli bir çizgi çekmekte yarar var. Bu iki izleğe de kendinden menkul ilerici yahut gerici bir “öz” tarif etmek doğru değil. Plekhanov’un “sanat için sanat arayışının yükselişi ve kök salışı, sanatla uğraşan insanların sosyal çevreleriyle umutsuzca ahenk dışı kaldığı dönemlere denk gelir” cümlesi bu tür yazılarda belli bir edebiyat türünü eleştirmek için sık kullanılsa da aynı metnin bu alıntıyı takip eden cümlesi de aynı derece önemli: “Bu ahenksizlik sanatsal üretime, sanatçının çevresini yükselerek aşmasına yol açarak olumlu etkide bulunur” 17

Poe’nun gotik edebiyat türünde gösterdiği deha, özellikle ses kullanımı ve atmosfer yaratımı konularında geliştirdiği teknikler, yazarın izleğinin dışına taşarak bütün edebiyat kanonunu değiştirmiştir. Hatta Poe’nun temsilcisi olduğu izleğin en radikal karşıtı sayılabilecek bilimkurgu edebiyatının en önemli isimlerinden H.G. Wells ve Jules Verne18 Poe’dan en çok etkilenen yazarlar arasında yer alırlar. İki izlek arasındaki karşıtlığı kurmak için kullandığım metinlerin ikincisinin yazarı Conan Doyle ise Poe’nun ilk dönemlerinde yazdığı, belki de dönemin ruhunu yansıtmayı başaramadıkları için geri planda kalan polisiye öykülerinin bu janrı belirlemekle kalmayıp icat ettiğini iddia eder.19 Poe’nun edebi yeteneği bir yana, yazarın ömrünün son yılına denk gelen 1848 Devrimleri, Dickens’ın “İki Şehrin Hikayesi”nde işlediği çaresizliğin isyana dönüşebildiğini bütün Avrupa’ya göstermiştir.

Öte yandan Sherlock Holmes’un mistik olanı kökten reddeden rasyonel düşüncesi ve irade gücü; karakteri yalnızlık ve amaçsızlıktan kurtaramamıştır. Gerek duygusuzluğu, çevresindekileri manipüle etme alışkanlığı ve ahlaki pusula yoksunluğu, gerekse o ünlü yıkılmaz iradesiyle bile aşamadığı uyuşturucu bağımlılığı Sherlock’un ve onun bu özelliklerini de karakterinde barındıran dönemin Avrupa’sının örnek olmasını engelliyor. Bu dönemin 1914’te nasıl sona erdiğini ise hatırlatmaya gerek olmadığını tahmin ediyorum. Buradan iki izleğin aynı değerde olduğu ya da Batı’nın bilimini alıp ahlaksızlığını bırakır gibi iki tarafın da “olumlu” yönlerinin alınması gerektiği gibi ortalamacı bir çözüm savunduğum anlaşılmasın.

Bugünün kendisini ülkemiz edebiyatında da yer yer saf Orhan Pamuk haliyle, yer yer Elif Şafak’ın mistisizmiyle gösteren postmodern saldırısı karşısında aklı ve bilimi savunmak, rasyonel olanı içgüdüsel kabul edilenin önüne koyma zorunluluğu beni çubuğu Doyle’un temsil ettiği izleğe doğru bükmeye itti. Bugünden bağımsız olarak, bu iki izleğe birer “öz” atfedeceksek, bizim rasyonel ve bilinçli olana daha yakın duracağımızın da ayrıca açık olduğunu düşünüyorum. Belirtmeye çalıştığım, Poe’nun izleğini edebiyat tarihinin hiçbir değer taşımayan bir hatası olarak değerlendirmenin de Doyle’un izleğini edebiyatın varacağı doğal sonuç olarak kabul etmenin de yanlış olduğu. Burada önemli olan nokta ana akımın nasıl ve neden ana akım haline geldiğini anlamak. Bu kavrayış, çağdaş ana akım kültürün özüne bu kültürden daha derinlikli şekilde sahip çıkarak kültürün de ötesinde toplumun temel normlarına müdahale etmenin önünü açıyor. Aynı şekilde ana akımı tamamen reddederek tam karşısında bir altkültür, hatta karşı-kültür oluşturmak da mümkün. Bu iki yöntemin birbirini dışladığını düşünmemekle birlikte, bu yönlendirme çabasını rasyonel ve iradi tarafın denk geldiği yer üzerinden götürmenin daha etkili ve önemli olduğunu düşünüyorum.

Türkiye tarihinin önemli bir kısmında edebiyat alanını tekelinde tutan solun bugün billboardlarda reklamı yapılan yeni nesil “edebiyat” karşısında vasatlığa küfretmek dışında bir şeyler yapması gerektiği açık. Edebiyat; sanatın, siyaset alanına en yakın olan kolu olmasının yanında kültürel sebeplerden plastik sanatlara, sahne sanatlarına ve batı müziğine farklı oranlarda uzak kalmış toplumumuzda son derece yapısal bir yer tutuyor. Edebiyat alanındaki bu tutukluğu aşmadan bu topraklarda yeni bir kültür yaratmanın hayalden öteye gidemeyeceği ise açık. Bu alanın yeniden kontrol altına alınması içinse nitelikli üretimin yanında neyi niçin ürettiğinin farkında olan yazarlara ihtiyaç var. “Gideceği limanı bilmeyen gemiye hiçbir rüzgardan hayır gelmez.”20

Belirtilmeyen çeviriler yazara aittir.

Dipnot

  1. Çeviri: Erdoğan Alkan
  2. Ennis, Garth; Hellblazer Issue 41, Dangerous Habits, Part I: The Beginning of the End; Vertigo, Mayıs 1991.
  3. Poe, Edgar Allan, The works of Edgar Allan Poe volume II, http://www.gutenberg.org/files/2148/2148-h/2148-h.htm, 2008.
  4. Yazar, bu öyküyü temel olarak yazdığı instinct vs reason makalesinde konuya bakışını şöyle açıklıyor: “The leading distinction between instinct and reason seems to be, that, while the one [instinct] is infinitely the more exact, the more certain, and the more far-seeing in its sphere of action – the sphere of action in the other is of the far wider extent.” [Poe, Edgar Allan; “Instinct vs Reason -a Black Cat” Alexander’s Weekly Messenger, v. 4, no. 5, Ocak 1840, s.2]
  5. Poe, Edgar Allan, The works of Edgar Allan Poe volume II, http://www.gutenberg.org/files/2148/2148-h/2148-h.htm, 2008.
  6. Baudelaire Poe’ya derin bir hayranlık duyuyordu, Poe’nun büyük ilgi gören Fransızca çevirileri Baudelaire’e aittir.
  7. Doyle, s. Arthur Conan; The Hound of Baskervilles https://www.gutenber.org/files/2852/2852-h/2852-h.htm, 2008.
  8. Doyle, s. Arthur Conan; The Hound of Baskervilles https://www.gutenber.org/files/2852/2852-h/2852-h.htm, 2008.
  9. Doyle, s. Arthur Conan; The Hound of Baskervilles https://www.gutenber.org/files/2852/2852-h/2852-h.htm, 2008.
  10. Bloch, Ernst; Literary Essays; Stanford University Press; 1998; s. 213.
  11. Doyle, s. Arthur Conan; The Hound of Baskervilles https://www.gutenber.org/files/2852/2852-h/2852-h.htm, 2008.
  12. https://www.telegraph.co.uk/culture/film/6789921/Sherlock-Holmes-pipe-dreams.html
  13. Birçok eleştirmen Doyle’un Sherlock Holmes serisi dışındaki eserlerinin son derece kaliteli olmalarına rağmen, okur kitlesi tarafından Holmes’un ölüm sebebi olarak itham edildikleri için geri planda kaldıklarını savunuyor. Doyle yazını üzerine otorite kabul edilen John Dickson Carr’ın bu konuya dair argümanları için: Carr, John Dickson; 2003; Carol and Graff. The Life of Sir Arthur Conan Doyle.
  14. Bu dönemin Avrupa ekonomisine etkilerine dair bir kaynak: http://www.j-bradford-delong.net/TCEH/2000/eight/html/Slouching2_8preWW1.html
  15. Norman Angell’in The Great Illusion (1909) kitabı bu fikrin Avrupa’da temel taşıyıcısı haline geldi. Angell’in savaş karşıtı argümanlarının duygusallıktan ve savaşın yıkıcı etkilerine referans vermekten uzak, savaşın ekonomik açıdan mantıksızlığının rasyonel veriler üzerine kurulu olması, dönemin ruhuyla ilgili bir ipucu daha veriyor.
  16. 1870-1913 arasında İngiltere’de okuma yazma oranı %20 artarak %96, ilkokul kaydı oranı %26 artarak %100, ortalama yaşam beklentisi 12 yıl artarak 53 yıl seviyelerine çıktı.
  17. Plekhanov, G.V. (1912). Art and Social Life. https://www.marxists.org/archive/plekhanov/1912/art/ch02.htm
  18. Wells, Poe’nun “The Narrative of Arthur Gordon Pym of Nantucket” romanını janrı belirleyici kabul ederken, Verne aynı esere The Sphinx of Ice adlı bir devam romanı yazmıştır.
  19. “[Poe’nun polisiye öykülerinin] her biri sıfırdan bir yazın oluşturacak köklerdir. Poe ona yaşam bahşetmeden önce polisiye öykü neredeydi?” – Doyle Frank, Frederick S.; Magistrale, Anthony (1997). The Poe Encyclopedia. Westport, CT; Greenwood Press page 103.
  20. Montaigne; Denemeler; İş Bankası Kültür Yayınları, 2016; II. Kitap 2. Bölüm s. 20