Trier, Pan’ı hatırlatmak ister. Onun için bir ağıt niteliğindedir bu film. Trier, İsa’nın Meryem’ini ilgi çekici ve gerçekçi bulmaz. Çocuğunun ölümünü umursamayacak kadar zevkine düşkün anneyi resmeder. Modern Meryem Joe’dur. Tam da bu açıdan Nietzsche’nin tanrının ölümünü ilan edip iktidar güç istencinin metafizik maskesini düşürmesi bizi yalnızlığa ve karanlığa mahkum etmiştir.
“Hem bıçağım hem de yara !
Hem yanağım hem de tokat !
Hem kurbanım hem de cellat,
Ezen ezilen çarkta !”
Charles Baudelaire
Günümüz insanını kuşatan değerleri ve ahlaki paradigmasını her filmiyle eleştiren bir yönetmen: Lars von Trier… Aşina olmadığımız, gerçek hayatta karşılaşmayacağımız karakterle dolu bir külliyat: Kötürüm bir kocanın mutluluğu için başkalarıyla ilişkiye giren bir kadın; engelli taklidi yaparak toplumdan intikam alan bir grup küçük burjuva, konformizme kurban edilmiş bir köye gelen bir yabancı… Dünyanın sonu geldiğinde Katharsis’e ulaşan bir melankolik… Anksiyetesini yenmeye çalışan, topluma baş kaldırmış bir nemfoman… Hepsi toplum tarafından sürgün edilmiş, terkedilmiş karakterler… Kendisinin açıkça dile getirdiği gibi; film çekmek dışında her şeyden korkan bir yönetmen…
“Gerçek bir film ayakkabıya kaçan bir taşa benzemelidir.”
Son filmi Nymphomaniac, “Depresyon” üçlemesinin son filmi. Üç filmi bir bütün olarak okumakta fayda görüyorum; zaten son filmde ilk filme kadraj olarak referans verilmesi ve baş karakterin aynı olması (Charlotte Gainsbourg) bu tezini güçlendirmekte. Serinin ilk filmi Antichrist (2009) bir günah sahnesiyle başlar… Cinsel tatmini için çocuğunun balkondan düşmesine seyirci kalan bir anne başkarakterimizdir. Gerçekle yüzleşilmesi zordur. Kendi tutkuları anne kimliğinden önce gelen günahkar bir kadın… Ahlaken bunu sindirmenin yanı sıra; psikolojik olarak bir çöküntüye sebebiyet verir. Filmin diğer başkarakteri (meslek olarak psikolog ve çocuğun babasıdır aynı zamanda) için kendi çocuğun ölümü bilimsel bir vakadır; yas tutma süresi bellidir. Anti depresan her şeyin ilacıdır. Modernizm, yaşam ve üretme odaklı olduğu üzere; ölümü gündelik bir mesele haline getirir. Ölümü sıradanlaştırmak uygarlığımızın temelidir.
Bu açkıdan modernizm ve kilise öğretileri ile uyum içerisindedir. Ölüm, hayatın bir parçasıdır ve tanrının takdiridir: İsyan etme, ölümü kabullen. Ölüm karşısında metanetli olmamız telkin edilir; tanrı bizi sınıyordur. Ölüm ritüelleri her dinde önemli yer tutar… Yas tutmanın da ritüelleri vardır ve geçer… Kadın cinselliği üzerinden doğa ve kilise karşıtlığını gözlemleri. Bu yönüyle kilise ahlakıını yerle bir eden Nietzsche’yi anımsarız filmde. İnsan doğası ve kilise öğretilerinin çakışması… Filmde kadın/doğa şeytanı (satir/Pan) ve İncil’deki kadın figürünü sembolize ederken; erkek, (İsa) tanrı ve öğretilerini sembolize etmektedir. (Çarmıha gerilme sahnesine dikkat!) Kilise tarafından yaratılan Cadı imgelemesi ve filmdeki satir (keçi ayaklı bir tanrı) göndermeleri bu okumamızı destekler nitelikte. Filmdeki erkek psikolog ve baba fikri açıkça modern terapistleri ve rasyonel düşünceyi simgeler… Diyalogları böyle okumak bize filmi anlamak açısından fırsat sunar. Film birçok eleştirmen tarafından kadın düşmanı ilan edilse de ben de -Dücane Cündüoğlu gibi- Trier’in kendini kadın başkarakteri yerine koyduğu kanısındayım. Filmde başkarakter hem mağdur hem cellattır. Filmin Tarkovski referansı da bu açıdan değerlidir. Tarkovski filmlerindeki doğa ve tanrı arayışına karşılık büyük bir başkaldırıdır. Kendini, yani kadını, Deccal ilan eder Trier ve katlini uygun görür.
Serinin ikinci filmi Melancholia’deyse (2011) dünyanın sonunun gelecek varsayımı vardır. Filmin çıktığı dönemi düşünürsek maya takvimi ve dünyanın sonu söylentileri güncelken böyle bir temaya değinmesine karşın kastettiği aslında bildiğimiz, algıladığımız dünyanın sonudur. Melankoli adlı gezegen dünyaya hızla gelmektedir ve dünyayı sıyırıp geçeceği bilim adamları tarafından varsayılmaktadır. Filmin başkarakterlerinden Justine ise bir kahin edasıyla dünyanın sonunun geleceğini hisseder. Filim başında ay ve güneş’in yanyana gösterildiği bahçe oldukça gizemli bir dünyayı resmeder.
Film iki kısımdan oluşur, bölüm adları kız kardeşlerin adlarıdır. (Justine ve Clairece) Filmin ilk yarısı gündelik burjuva hayatını bize anlatır. Büyük bir kır düğünü, sosyetik insanlar… Oysa başkarakterimiz dünyadan gündelik hayattan sıkılmış bir masal kahramanıdır. Gereklilik ve sorumluluklar altında ezilmiştir. Film, görsellikleri ile başkarakterimizin bu dünyaya ait olmadığını bize kanıtlar. Edvard Munch tablolarını anımsarız ya da Charles Baudlaire şiirlerini. Filmin ilk yarısı Justine’in kabusudur. Burjuva bir kır düğünü, uyulması gereken normlar… Evlilik… Sıradanlık… Evet uyumsuz Justine çoğunluk tarafından kaçık gözükmektedir. Buna karşın Clairece (Charlotte Gainsbourg oynamaktadır) evli ve çocukludur. Justine’in eniştesi ona telkinlerde bulunur. Hem evlilik konusunda hem de dünyanın sonunun gelmeyeceği üzerine. Yine ilk filmde olduğu gibi erkek aklı, rasyonelliği sembolize eder (bu tezi güçlendirmek adına; melankoliyi gözlemlemek için teleskop getiren de erkektir) Justine mitolojideki Cassandra’ya referanstır. Kahin olmasına karşın dünyanın sonunun geldiğine dair kimseyi ikna edemez… Modern bir bakış açısıyla trajedi olarak adlandırsak da söz konusu olan aslında Cassandra’nın hayatıdır. Trajedi günümüzde anlamlandırdığımız bir tanımdır. Düğün ve cenaze ile adeta Şeb-i Arus karşımızdadır. Düğün gecesi… Justine’in dünyasının kıyameti…
Filmin ikinci yarısı ise Justine’in ablası Clairece’in kabusudur. Çünkü melankoli adlı gezegen hızla dünyaya doğru gelmektedir. NASA gibi kurumların hesapları yanlış çıkmıştır. Gezegen hızla dünyaya doğru gelmektedir. Artık bildiğimiz dünyanın sonu yaklaşmaktadır. Justine ise artık melankoliyi üzerinden atmıştır; varoluşçu terapi yöntemiyle gerçekle yüzleşir. Ölüm, yüzleşilmesi gereken bir gerçektir. Dünyanın son zamanlarına karşı Clairece’in çocuğunu öz çocuğu gibi telkin etmeye çalışır. Ölmek üzere olan bir şeye tanıklık etmek şiirseldir. Yani bir son… Büyük bir şans ya da mutsuzlukların en büyüğü… Filmin sonunda rasyonel dünyanın sonu yaklaşırken aklı sembolize eden enişte intihar eder. Burada varoluşçu batı düşüncesi ve özgür irade sembolize edilir. Aslında gerçeği kabullenemeyen akıl açıkça intihar eder. İlk filmle beraber bir okuma yaparsak ‘’büyük kuram’’ ve söylemler sona ermiştir. Evet, aslında metafor olarak Lars Von Trier dünyanın sonunun geldiğini haber verir. İnsana dair hiçbir şey kalmadığını anlatır. Burjuva toplumunun, alışkanlıklarının, ahlakının sonuna gelindiğini haber verir.
Kiliseye göre intihar etmek büyük günahtır. İnsanla tanrı arasında bağ kopmuştur. Modern insan tanrıyı ve mucizeleri unutmuştur. Rasyonel dünyanın sonu… Akıl tutulması… Tarihin sonu… Bilimsel öngörüler ve analizler gerçeğe dair birer tahminden öteye geçememiştir. Kesin olan’ın mümkün olmadığını anlatmaya çalışır Trier. İnsan doğası ölçülemez, tahmin edilemezdir… Bilim, modernizm, rasyonel düşünme, ortak akıl gibi kavramlar ve normlar insanı daha mutlu ve özgür kılmamıştır. Erkeğin intiharı; Stefan Zweig’in intiharını anımsatır niteliktedir.*
“Tanrı hükmetmek için varolmaya ihtiyaç duymayan tek şeydir.”
3 parçadan oluşan öykünün son kısmı Nymphomaniac’ta yine Charlotte Gainsbourg başkarekterimizdir. Sokak ortasında baygın bir kadın; Seligman, ona yardım eli uzatır ve ne olduğunu sorar. Başından geçenleri anlatır Joe. Film bize anlatılan bir hikayedir. Hikaye, bize aktarılırken ne kadarı kurgu ne kadar gerçek emin olamayız. Bu noktada Joe aslında yönetmenin kendisidir; biz de seyirci olarak (Seligman) dinleriz hikayeyi. Hikayeye başlamadan önce Joe’nun uyarısına kulak vermekte fayda var: “Ama niyetin anlamaksa, tüm hikayeyi anlatmam gerekiyor. Bu da uzun sürecektir.”
Film, Joe’nun ilk cinsellik tecrübesi ile başlar. Kadınlığını keşfetmesi, bekaretini kaybetmesi… İlk tecrübesi romantiklikten uzaktır ve oldukça mekaniktir. Filmde “3+5” olarak formülize edilerek ilk cinsel ilişkisinin ne kadar da duygudan ve paylaşımdan uzak olduğunu seyirciye aktarılır, bir nemfomanla empati kurmamız istenir. Ardından kimliğini arayışa çıkan Joe’nun bir sonraki macerası tekinsiz bir yolculuk hikayesidir. Baştan çıkarıcı ve kötü bir ortak B., Joe’nun hem rakibi hem de arkadaşıdır. Biletsiz olarak bindikleri trende kovulana ya da yakalanana kadar kim daha fazla kişiyle beraber olacak diye yarışacaklardır. Kazanan bir paket bonibon kazanacaktır. B. başlarda önde götürecektir yarışı. Yine Trier burada cinselliğin ve kadın bedeninin metalaşmasını konu edinir. Aslında karikatürize ettiği bu kadınlar üzerinden toplumun değer yargılarını eleştirir. Filmde aslında kadınlar erkekleri kullanıyordur. Bekaret, kutsal kadın bedeni, çocuk sahibi olmak gibi hristiyan ahlakının izdüşümleri birer birer parçalanır film boyunca.
Yarış kıyasıya giderken büyük karşılaşmaya gelinir. Şık bir beyefendi hem bu iki “yozlaşmış” kadının vagondan atılmamasını sağlar hem de onları “kullanmaz”. Kızlarla beraber olmayı reddettiği için B. Joe’ya teklifini sunar; eğer adamı yoldan çıkarırsa Joe kazanacaktır. Bu yanıyla Mephisto ve Faust hikayesini anımsatır. Adam evli olduğunu, eşine hediye aldığını vurgular, çocuk beklediklerini söyler. Yine de Joe “son silah”ını kullanır ve evet yarışmayı kazanır. Filmin erkek karakteri söz konusu eylemi normal karşılar.
“Seligman: Başka ne söylememi istiyorsun?
Joe: Yaptığımın kınanması gerektiğini. Anlattığım kadarıyla bile yaptıklarımın beni iğrenç bir insan yaptığını.
Seligman: Ben olaya öyle bakmıyorum. Aksine bunu, çok hoş ve eğlenceli bir hikaye buldum.”
Filmin başından beri kimin kimi kullandığı belirsizdir. Eril düşüncenin hakim olduğu ahlak paradigmasında adeta “devrimci” birer figürdür iki kadın. Neredeyse radikal feminist diye adlandırılacak kadar tabuları yıkmışlardır. Kilisenin latince sloganları ile açıkça alay ederler. Evliliğe, aileye, anneliğe; “kutsal” olan her şeye savaş açmışlardır. Joe, aşkın hakim olduğu bir topluma karşı mücadele etmeye kendilerini adadıklarını söyler. Burjuva ahlakında aşk kutsanmıştır ve doğal bir dürtü ve ihtiyaç olan “seks”, sadece aşk adı altında kutsal ve aşkın bir değeri olarak meşru gözükebilir. Tam da bu yüzden Trier ve Joe burjuva toplumunu riyakar bulur. Toplum ikiyüzlüdür. İnanmadığı ve asla uygulamadığı ilkeler üzerinden diğerleri üzerinde baskı kurar. Din de, cinsel tabular da sadece toplumun günah keçisi arama ihtiyacıdır. Böylece bir düşman belirlenip, mutlak bir yabancı (şeytan/pan) belirlenerek toplumsal normların kırmızı çizgileri belirlenecektir.
Gerçek dediğimiz şey de anlatılan ve yaratılan bir yanılsamadır. Seligman, var olan yıkılmışlığı ve arayışı matematiksel olarak ifade eder. Seligman, filmde sağduyu, modernizm, akıl, bilgi, analiz, etik gibi batı kültürüne ait kavramları sembolize eder.
“Politik Doğru ve Riyakarlık”
Joe’ya ahlak dersi verenler ya da onu yargılayanlar ondan daha dürüst veya masum değildirler. Filmde ilk aşkı (cinsel ilişkisi) ile tekrar karşılaşır Joe. Tam bu noktada Amerikan sinemasının “tesadüf” ağırlıklı romantik komedilerini alaya alır Trier. Joe, ilk aşkı Jerome’la karşılaşır. Jerome, Joe’nun patronu konumunda olduğu için ondan faydalanmaya çalışır. Joe ise, bu durum onun için sıradanlaştığından Jerome’i reddeder. Jerome ile sekreter patron arasında kapitalist ahlakın sıradanlaşmış ahlaksızlığını elinin tersiyle iter. Nemfoman’ın ahlakı olabilir mi? Ahlakı belirleyen kimdir? Toplum, tanrı, iktidar, yasalar? Jerome, Joe’dan yüz bulamayınca sekreteriyle beraber kaçar. Bu eksiklik hissi bir özlem yaratır Joe’da. Beyaz atlı prensidir adeta Jerome. Joe Dionysus ya da Pan’ı çağrıştırır; özgür bir kadın, belki de bir “amazon”… Ar-ı namus şişesini taşa çalmıştır Joe. Biriyle birlikte olmak için zar atar ona göre randevularını belirler. Modern topluma göre ahlaksız ve günahkardır. Ayırt etmeksizin herkesle birlikte olur. En çarpıcı olan ilişkisi ise burjuva ailesi ile olan sınavıdır.
Üst sınıf evli bir adamla yasak ilişki yaşar. Adamın adı yoktur (bknz: kadın yoktur – Lacan) Bir gün karısı bayan H. (Uma Thurman) bu ilişkiyi öğrenir ve iki çocuğuyla beraber Joe’yu basar. Joe en ufak bir utanma hissetmez. Biraz şaşkınlık vardır ama bir özür beklenmesi tuhaftır. O doğal davranmaktadır. Riyakar davranan ve aldatan o değildir. Burjuva ve kilise tarafından yüceltilen evlilik kurumu çırılçıplak karşımızdadır. Hastalıkta ve sağlıkta bir arada olacak yol arkadaşı kadın aldatılır. Burada bizi yine bir sürpriz bekler; aslında Joe bu adamı da sevmez. Aldatan kocayı da aldatıyordur ve beklenmeyen misafir eve gelir. Bir başka genç adam, yani Joe’nun bir başka sevgilisi… Hep beraber yemek masasında oturur, yemek yerler. Kutsal aile sofrası tablosu zihnimize kazınmıştır. Zaten bize anlatılan bu hikayenin başlığı Bayan H.’dir. Anlatılan; aldatılan bir kadının hikayesidir.
Üst benliğimiz bize neyi yapmamız gerektiğine dair tanım ve yasaklar koyar. Bu, yaratıcı bir gücün yasaları olarak da çıkabilir, ilke kabilelerdeki gibi tabularla da… Üst benlik (tanrı/baba/yasa koyucu) bize ne yapıp yapmamız gerektiğini telkin eder. Filmde Joe’nun babasının delirerek ölmesi bunu sembolize eder. Aslında rasyonel düşünce, var olan düzende çıldırmaya mahkumdur. Tanrı/baba/yasa’nın ölmesi ile Jerome düşer. Jerome ile mucizevi şekilde yolları tekrar kesişir. Seligman itiraz eder. Bu, oldukça “kurgu” itirazında bulunur. Joe, gerçek olduğuna ikna etmeye çalışmaksızın şunu sorar: “Hikayeden nasıl yararlanabilirsin, inanarak mı, inanmayarak mı?” Bu soru şiirsel olduğu kadar postmodern teoriye kapı açar. Her şey bir anlatıdır, önemli olan inanmak ya da inanmamaktır. Gerçek dediğimiz şey de anlatılan ve yaratılan bir yanılsamadır. Seligman, var olan yıkılmışlığı ve arayışı matematiksel olarak ifade eder. Seligman, filmde sağduyu, modernizm, akıl, bilgi, analiz, etik gibi batı kültürüne ait kavramları sembolize eder. Hikaye anlatıcısı Joe, bu soğuk formülizasyonu eleştirir. Seligman’ın ve izleyicinin zayıf noktasını yakalar ve doğru tahminde bulunarak aseksüel olarak itham eder. Duvarda asılı olan Meryem ve İsa figürü üzerinden batı ve doğu kilisesi ile farkları ortaya konur. Özetle batı kilisesi çarmıha gerilen İsa figürünü ve çekilen çileyi ön plana çıkarırken der Seligman, doğru rum Ortodoks kilisesi ise mutluluğu ön plana çıkarır.
Ardından hikayeye geri döneriz; Joe anlatacağı hikayeye vatı kilisesi ve doğu kilisesi adını koyar. Acı ve mutluluk üzerinden hikayesini anlatmaya devam eder. Bu sefer gerçek bir ilişki yürütmek isterler Jerome ile. Hatta çocuk sahibi olurlar. Ama Joe, Jerome’u sevse de tatmin olamaz; arayışını sürdürür. Bu arayış sırasında zencilerle cinsel deneyimini anlatır. Seyirci olarak bizi “zenci(negro)” sözü rahatsız eder keza seyirci adına Seligman müdahale eder. Joe/Trier cesurca cevaplar;
“Joe: Kusura bakma ama ben her zaman neyin ne olduğunu söylediğim için kendimle gurur duydum. Bir kelime ne zaman yasaklanırsa demokrasi o zaman geri saymış olur. Toplum, sorunu çözmek için dilden bir sözcük çıkarılmasını iktidarın zayıflığı olarak görür. Bence toplum, siyasi olarak yapılan bu düzenlemenin, azınlığı önemseyen demokratik bir söylem olduğunu düşünecektir. Ben de diyorum ki, toplum da içinde yer alan insanlar kadar korkaktır ve bu insanlar da demokrasi için fazla aptaldır.
Seligman: Demek istediğini anladım, ama hiç katılmıyorum. İnsanların niteliklerinden hiç şüphem yok.
Joe: İnsanların nitelikleri bir kelimeyle ifade edilebilir. İkiyüzlülük… Doğru olanı söyleyip yanlış olanı düşünenleri yüceltirken yanlış olanı söyleyip doğru olanı düşünenleri alçaltıyoruz.”
Trier, fikirlerini açıkça dile getirir. Seligman, adeya bir Haneke karakterini andırır. Soğuk ve steril bir tutum sergiler. Analitik bir şekilde iyi davranmayı savunur. Mesele politik doğruyu söylemek değildir. Kitlelere duyması gerekenler söylenmelidir; duymak istediklerini değil. Toplum ve çoğunluk, demokrasi için değil; ahlak bekçiliği için tetikte bekler. Her an bizi hedef gösterebilir.
Pan İçin Bir Ağıt
“Hayır,
Ama bana, benden çok
Uzakta olan ve keşfetmem gereken bir
Dünya olduğunu gösterdiler.
Belki de o dünyada hayatımı
Geri kazanabilecektim.”
Tatmin oldun mu sorusunu Joe böyle yanıtlayacaktır… Hikayeye devam ederiz. Artık Joe, hikayenin en karanlık kısmına başlar. Çocukları Marcel (adı, Mars tanrısına ithafen) olmasına karşın Joe ve Jerome arasında bağ ahlak sınırlamalarının ötesindedir. Joe arayışını hızlandırır. Sado-mazoşist fanzetilerin peşine düşer. Filmin ikinci yarısı bir katharsis (arınma) sürecini anlatır. Bu açıdan aslında Pan’a ağıttır. Pan, unutulan ve öldüğü bilinen tek tanrıdır. Bedenselliğini öldüren Tanrı-İsa, Tanrı-Pan’ın ölüm fermanıdır. Çarmaha gerilen İsa figürüne bu yüzden Antichrist filminde saldırılmıştır. Evet, Tanrı-İsa çarmıha gerilerek aslında bu dünyadan çileci bir vazgeçişi över. Oysa Trier Pan’ı hatırlatmak ister. Onun için bir ağıt niteliğindedir bu film. Trier İsa’nın Meryem’ini ilgi çekici ve gerçekçi bulmaz. Çocuğunun ölümünü umursamayacak kadar zevkine düşkün anneyi resmeder. Modern Meryem Joe’dur.
Tam da bu açıdan Nietzsche’nin tanrının ölümünü ilan edip iktidar güç istencinin metafizik maskesini düşürmesi bizi yalnızlığa ve karanlığa mahkum etmiştir. Ivan Karamazov’un deyişi olan ‘’Tanrı yoksa her şey mubahtır.” Söylemine Lacan karşı çıkar “Babanın adı yoksa izin verecek kimse de olmaz” Yani tanrı(üst benlik) yoksa Joe aslında günah işlemiyordur. İçinde bulunduğumuz yüz yıl insanı karanlığa iter. Jerome ve Joe’nun bahçede tekrar karşılaşması da Adem ve Havva göndermesidir. Cennetten kovulmuş Adem ve Havva… Karşımızda bir nemfoman filmi olsaydı bu kadar rahatsız olmazdık. Bizi rahatsız eden şey Trier’in haklı olmasıdır. Nemfoman Joe’yu suçlu bulmak bizi daha az günahkar kıldığı için Joe başta uyarmıştır: Anlamak istiyorsan anlatayım… Ancak anlamak için izlersek Joe ile irtibat kurabiliriz.
Birey olarak selpak satan çocuğa para verip kendimizi tatmin etmek isteriz. Kolay olan budur. Çünkü o fakirliğe sebep olan kapitalizm ya da sistemi karşımıza almak işimize gelmez. Joe elbette günahkardır. Elbette onu suçlamak içimizi rahatlatacaktır. Yardım kuruluşlarına bağış yaparız bu bizi iyi bir insan yapar. Biz sevdiğimizle toplum önünde (belediye memuru) yasal bir evlilik yaparız ama aslında mesele mirasın çocuklarımıza geçmesidir; aile de bu yüzden kurulmuştur ve soyadı bu yüzden önemlidir. Sınanmamış iyilik, uğruna mücadele verilmemiş özgürlük kavramlarının içi boştur. Ahlak kurallarını belirleyenler bizi itham edebilir; kızlı erkekli yaşamakla, azınlık olmakla, farklı düşünmekle… Ahlak ve namusu bacak arasında aramak kolaydır.
Lars von Trier tehlikeyi sezmiştir. Biz hala birileri eşini aldatıyor diye suçlarken, bize özümüzü unutturan ahlakçı geçinen yozlaştıranlara tokat atmıyoruz. Filmin sonunda Joe, Jerome ve çocuğunu terk eder. Ardından kurgu mu gerçek mi bilmediğimiz olaylarla karşılaşırız, hikaye ne zaman bitmiştir bu muğlaktır. Lars von Trier, kötülüğün şairidir, Baudelaire ve Poe gibi karanlık hikayeler anlatır… Wagner’i anımsatacak kadar da epik bir besteyi hatırlatır filmleri… Filmin sonunda seyirci kalmanın suça ve bu yozlaşmışlığa fail olmaktan farksız olduğu anlatılır. İnsanlık adına mücadele etme zamanıdır… Yozlaşmış kurum ve iktidarla mücadele etmezsek arınamayız. Ülkemizde filmin vizyona girmediğini hatırlatmakta fayda var. Sansür, iktidarın işine gelmediği şeyleri yasaklamasıdır. Toplumun hazır olmadığını, duymak istemediğini söyleyen Zerdüşttür Lars von Trier. Bir yanıyla da gece uykusundan uyanmış, gördüğü kabusu unutmadan annesine anlatan bir çocuktur.
*Stefan Zweig Erasmusla simgeleşen Avrupa kültürünü ve modern Avrupa düşüncesini göğe çıkartır. Çok inandığı Avrupa’nın merkezinde insanlığın en büyük karanlığı Nazilerin yükselişi yaşanmıştır. Buna dayanamaz ve hayatına kaçak olarak devam ettiği Brezilya’da “Söylenecek her şey söylendi” diyerek son verir.
Kaynakça
- Psikeart 31. Sayı Ocak-Şubat 2014
- Dücane Cündüoğlu – Sinema ve Felsefe
- Saffet Murat Tura – Şeyh ve Arzu
- Terry Eagleton – Kuramdan Sonra
- Bülent Somay: Çokbilmiş Özne
- Stefan Zweig: Rotterdamlı Erasmus’un zaferi ve trajedisi