İki Darbe Arası Türkiye

AKP 2002 yılından beri Türkiye’ye tarihinin en karanlık günlerini yaşatıyor. Bazen hızlanıyor, bazen yavaşlıyor, ama karanlık değişmiyor. 15 Temmuz’dan bu güne ise belki de 2002’den bu yana da en karanlık günlerini yaşıyoruz.

15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden çok olmasa da bir miktar vakit geçti. Türkiye’ye etkileri ise tartışılmayacak ölçüde devam ediyor. Etkileri devam ediyor etmesine ama üzerinden bu kadar süre geçmesine rağmen bu döneme dair toplumdaki kafa karışıklıkları da devam ediyor. Bu kafa karışıklıkları bu dönemi genel hatlarıyla ortaya koymayı zorunlu kılıyor.

15 Temmuz’dan bu güne yaşadıklarımıza kısaca bir bakalım.

15 Temmuz’dan bu yana iki darba girişiminden söz edebiliriz. Biri başarısızlıkla sonuçlanan Cemaat darbesi… Bu darbe girişimi ile ilgili, başarılı olsa ne olurdu, acaba daha iyi mi veya kötü mü olurdu gibi tartışmalara girmekte herhangi bir anlam görmüyoruz. Önemli olan hala devam etmekte olan ve başarısızlıkla sonuçlanma ihtimali bizim elimizde olan ikinci darbe girişimidir.

İkincisi AKP/Saray rejimi eliyle başlatılan Saray Darbesi’dir. Aslında Saray Darbesi’nin 15 Temmuz’dan daha önce başladığını söyleyebiliriz. Ama 15 Temmuz’un ardından AKP bu süreci hızlandırma olanağı bulmuştur. 15 Temmuz günü saray darbesi süreci açısından bir kırılma noktası olmuştur.

Saray darbesinin karakterini ve yönelimini ararken iki başlığa özellikle değinmek gerekiyor.

Milli Mutabakat

15 Temmuz Cemaat darbe girişiminin ardından özellikle meclis muhalefeti açık bir akıl tutulması yaşamış, mide bulandırıcı bir demokrasicilik tiyatrosu oynamıştır. Meşruiyeti sorgulanması gereken bir iktidarın darbe karşıtlığı, demokrasi sevdası adı altında savunulmasının akıl tutulması dışında bir izahı olamaz.

Milli mutabakatın önemli yanı ise şu; AKP başarısız darbe girişimi ardından kendine hareket edebileceği meşru zemin yaratmış, şu an devam eden Saray Darbesi’ni şiddetlendirebileceği bir imkan bulmuştur. Tayyip Erdoğan’a göre “Allah’ın bir lütfu” olan birinci şey budur. Yani meclis muhalefeti bir kez daha AKP’ye can suyu vermiştir. Birileri meclis muhalefetinin bu mutabakata katılırken niyetinin bu olmadığını söyleyebilir. Önemsizdir. Siyasi özneler niyetler ile değil sonuçlar ile yargılanırlar. AKP’ye bu hareket alanını sağlayanlar da siyasetin bu kuralınca, yarattıkları sonuçlarla yargılanmalıdırlar.

Bugün ise bir milli mutabakattan bahsedemeyiz. Milli mutabakat zemini, bu zeminin kurucu öznesi olan AKP tarafından yıkıldı. AKP bu zeminden kuvvet alarak Türkiye’ye yeni bir saldırı dalgası başlatacak meşruiyeti sağladı ve sağladığı an itibariyle böyle bir zemine ihtiyacı kalmadı. Ama AKP bu mutabakat zeminini dağıtırken aynı zamanda mutabakatın muhatabı bütün özneleri kendi yarattığı meşruluk algısına mahkum etmiştir. Söylemeye çalıştığımız şudur: O dönem milli mutabakat zemininin parçası olanlar, o zeminin yarattığı meşrulukla ilişkilenmek durumundalar. Yani onlar için AKP’nin Saray Darbesi’nin meşruluğu sorgulanamazdır. “Eleştiri” sadece “öyle yapmayın başka bir şekilde yapın”, çözüm önerileri de “şöyle yaparsanız biz de size sonuna kadar destek veririz” basitliğinde kalmak durumundadır. Bu acizlikten AKP/Saray rejimini yıkacak bir enerjiye çıkamaz.

Bu verilerin ışığında şu tespiti yapmak hiç de yanlış olmaz. Milli mutabakat zeminin muhatapları, bu zeminin parçası olmalarıyla beraber daha da sağa kaymıştır.

OHAL ve KHK’ler

Burada OHAL’in hukuki tanımını yapacak veya OHAL ilanının veya çıkan KHK’lerin hukuka uygun olup olmadığını tartışacak değiliz. Bu yazıyı esas ilgilendiren AKP’nin güncel yönelimlerinde OHAL’in ve KHK’lerin etkisidir.

15 Temmuz Darbe girişiminin ardından AKP saldırılarını hızlandıracak bir enstrüman daha keşfetti. Tayyip Erdoğan’a göre “Allah’ın bir lütfu” olan ikinci şey de budur. OHAL ilanının ardından Türkiye denetimsiz, parlamentosuz, anayasasız yönetilmektedir.

AKP’nin OHAL yetkileri ile beraber güçlendiğini söyleyenler çıkabilir. Çok da haksız değillerdir, AKP 15 Temmuz’un ardından OHAL’den aldığı güç ile saldırılarını hızlandırmıştır. Bu saldırılara, Gülen Cemaati ile mücadele kılıfı çizseler de esasen amaçlanan kendi devlet yapılarını oluşturmaktır. Bu anlamda saldırıların tek muhatabı, hatta tek olmadığı gibi esas muhatabı Gülen Cemaati değildir. Cumhuriyet gazetesine yapılan saldırılar, akademiden uzaklaştırılan solcu, devrimci, sosyalist akademisyenler, HDP’li milletvekillerin tutuklanması… Esas tasfiye edilmeye çalışılan şey Türkiye’nin ilerici birikimidir. Çünkü AKP’nin OHAL yetkilerini kullanarak böylesi bir saldırıya girişmesi, diktatörlük oluşturabilmek için bu kadar ısrar etmesi aslında sahip oldukları güçten değil, güçsüzlüklerinden kaynaklıdır. Erdoğan Türkiye’yi yönetirken ciddi bir meşruiyet ve hegemonya krizi yaşamaktadır. Bu iki krizi de çözemeyen Erdoğan hegemonya krizine bütün yetkiyi kendine toplayarak, meşruiyet krizine de kendisinden olmayan herkesi yok etmeye çalışarak çare aramaktadır. Bu iki durumun gerçekleşmesi, yani Erdoğan’ın diktatör olabilmesi, iktidarda kalabilmesi açısından zorunludur. Yani Erdoğan, çok güçlü olduğu ve gücünü kullanarak mevzi elde etmeye çalıştığı için değil, saldırmazsa elindeki her şeyden olacağı için saldırmaktadır.

Yeni Rejim İnşası

Yazının başında da aslında Saray Darbesi’nin yeni başlamadığını vurgulamıştık. Ama AKP 15 Temmuz’un ertesinde bu amacı doğrultusunda da bir adım daha atabileceği bir ortam yaratmıştır. Olan şey 15 Temmuz’dan sonra milli mutabakat zemininin yarattığı meşruluk algısının ve OHAL yetkilerinin saray darbesine yeni bir boyut kazandırmasıdır. Yaşadığımız süreç AKP’nin uzun süredir hedeflediği rejim inşa sürecinin hızlanmasıdır. Cumhuriyet’in kalıntılarının temizlenmesi, yerine gerici, baskıcı, faşist, İslamcı bir saray rejiminin kurulmaya çalışılmasıdır. Ama AKP’nin kurucu bir misyon üstlenmesinin önünde önemli problemler vardır. Bu süreç hiç de kolay ve pürüzsüz geçeceğe benzememektedir.

AKP’nin bu kuruluşu tamamlaması için, yıkılan Cumhuriyet’in resmi ideolojisinin de tasfiye edilmesi gerekmektedir. Bu aynı zamanda da Cumhuriyet’in kurumlarının, kadrolarının, reflekslerinin tasfiye edilmesi anlamına geliyor. AKP’nin yıllardır yaşadığı kadro problemi zaten herkesin malumu. Bir de elindeki az sayıdaki “kadro”sunun da Cemaatçi çıkmasıyla beraber bu sorun katmerlenmiştir. AKP Cumhuriyet’in kurumlarını tasfiye ederken, yerine kendi kurumlarını şöyle böyle de olsa kurabilecek ve devamlılığını sağlayabilecek kadroları da tasfiye etmiştir. Devlette boşalan koltukları da eskiden tasfiye ettiği kurumların kadrolarıyla da doldurmaya niyetli değildir. Bunun sonucu devlet dağılımıyla yüz tutmuştur ve bundan sonra da dağılmaya devam edecekmiş görüntüsü vermektedir.

Ama AKP’nin kurucu misyon üstenlenmesinin önündeki esas problem Türkiye’de verilen kavgadır. Bu toprakların mücadele geçmişi, tasfiye edilmesi mümkün olmayan bir birikim yaratmıştır. Ne bu birikimin AKP ile barışmaya niyeti, ne de AKP’nin bu birikime rağmen istediği rejimi kurma gücü vardır. Bu ik Taraf birbiriyle hesaplaşma içindedir.

Şunu söylemeye çalışıyoruz: Türkiye’de cevaplanması gereken binlerce soru vardır.

  • Türkiye özgür bir ülke mi olacak, yoksa her şeyin bir kişiye bağlandığı, her şeyin bir kişinin iki dudağının arasına baktığı bir diktatörlükle mi yönetilecek?
  • Kadınlar toplumda eşit yurttaşlar olarak mı yaşayacaklar, yoksa hayatlarına ikinci sınıf vatandaşlar olarak, gericiliğin baskısı altında mı devam edecekler?
  • Türkiye laik bir ülke mi olacak, yoksa tarikatların, cemaatlerin şeyhlerin ayakları altında mı ezilecek?

Bu sorular arttırılabilir. Sorun şu ki bu iki tarafın bu soruların her birine verdiği cevaplar, beraber var olamayacak düzeyde farklıdır. Tarihsel bir hesaplaşmaya doğru ilerlememiz bundan kaynaklıdır.

Bu durumda artık kimsenin kavgadan kaçma şansı yok. Türkiye’nin ilericilerinin tamamı şöyle veya böyle, bugün veya yarın (bize kalırsa bugün) bu kavganın bir parçası mutlaka olacaktır. Tartışma bu birikimin kavgaya girip girmeyeceği değil, bu birikimin kavgaya ne şekilde gireceğidir. Türkiye’nin geleceğini bu kavgayı kimin kazandığı belirleyecektir.

Peki, Haziran sonrası Türkiye dediğimiz dönem artık 15 Temmuz sonrası döneme mi dönüşmüştür?

Bizce hayır.

Haziran Direnişi Türkiye’nin uzun yıllar sonra yaşadığı ilk kırılmadır. Bugün Türkiye hala daha bu kırılmanın belirlenimiyle devam etmektedir. Bunu söylemek Haziran günlerini yaşadığımızı iddia etmek olmuyor. Durum elbette böyle değil. Ama ne Haziran Direnişi’ni yaratan zemin, ne de Haziran Direnişi’nin hem cumhuriyetçi, laik toplumsallıkta hem de AKP üzerindeki etkisi yok olmuştur. Haziran Direnişi’nin oluşturan zemin hala ortadadır. Türkiye’de Haziran Direnişi’nin belirlediği, görece geri çekilmiş olsa dahi, ilerici birikim ne toz olmuştur, ne de pes etmiştir. Bu birikim önümüzdeki süreçteki kavgaları beklemektedir. Bu birikimi kavgaya hazır etmekse bizim görevimizdir.

Gözümüzü diktiğimiz yer burasıdır. Umudumuz da bundan kaynaklanmaktadır.

Türkiye’nin kaderini bu kavga belirleyecek dediysek, gençlik bu kavganın hakkını verecek. Türkiye bir hesaplaşmaya gidiyor dediysek, gençlik bu hesaplaşmada başı çekecek. Karamsarlık, Türkiye’den kaçma planları bizden uzak olsun. Saltanat, hilafet, Osmanlı’ya dönüş hayalleri kuranlar, hayalleriyle yetinmeye devam edecek. Bu karanlık dönem bitecek.