Banu Çiçek’ten Zeynep Hatun’a: İslamlaşmada Kadın Rolünün Değişimi

İlkel komünal toplumdan sınıflı ataerkil düzene…

İnsanların, avcılık ve toplayıcılıkla yaşamını sürdürdüğü ilkel komünal dönem, Eleanor Leacock, Patricia Draper ve Mina Caulfield gibi birçok araştırmacıya göre, toplumsal cinsiyetin henüz var olmadığı tam bir eşitlik dönemiydi.1 Besinler için gerekli olan maddelerin hem kadınlar hem erkekler tarafından toplanabiliyor olması, besinleri üreten ve barınak yapımını üstlenenlerin kadınlar olması, bugünden farklı olarak toplumsal eşitlik sağlıyordu.

Avcı ve toplayıcı dönemin, hayvancılık ve tarımın sağladığı olanaklar karşısında önemsiz hale gelmesi ile geçilen yerleşik yaşam kültüründe ise çocukların bakımı ve barınak, yiyecek üretme gibi diğer gereksinimlerin sorumluluğu kadına yüklenmeyi sürdürürken erkeklere tarım yapılan toprağın ve hayvanların çobanlığını, bakıcılığını yapmak düşüyordu. Engels, tarım toplumuna geçişle ortaya çıkan ve kadın, erkek arasındaki ilk eşitsizliği ürettiğini söylediği bu cinsler arası iş bölümünü “ilk doğal iş bölümü” olarak tanımlamaktadır.2 Artı değerin oluşması yani üretimin gelişmesi ve sınıflı toplumların ortaya çıkmasıyla bu eşitlikçi ilkel toplumdan ataerkil diyebileceğimiz erkek egemen bir düzene geçilmiştir. Bu ezen-ezilenden oluşan toplumsal yaşamda, toplumsal cinsiyet rolleri de “ezen-ezilen” şeklinde belirlenmiş ve kadın “ilk köle” olarak karşımıza çıkmıştır.3 Özel mülkiyetin erkeğin tekelinde olması bu ataerkil düzenin en önemli nedenidir. Örneğin, bu dönemde grup aileden tek eşli aileye yani baba ailesine geçilmiş, babaya göre düzenlenen miras hukuku ortaya çıkmıştır. Erkeğin üretim fazlasına el koyabilmesi, üretim araçlarına (sürü ve toprak) yakın konumuyla açıklanıyor olsa da buna eklememiz gereken bir şey daha bulunuyor: Silahın keşfi. Silahın bulunması, yerleşik yaşamın da buna olanak vermesi ile kadını “eve kapatarak” erkeğin savaşmasını ve iktidar olmasını sağlamıştır. Oysa ilkel eşitlik dönemlerinde kolektif bir yaşam var olduğu için bir iktidardan ve buna bağlı olarak savaşlardan söz edemeyiz. Örneğin, ataerkil düzene geçişten önceki yıllara ait olduğu saptanan (M.Ö. 6500-5700), Çatalhöyük’te bulunan mağara resimlerinde, ev ve tarım aletlerinin yanında çok sayıda tanrıça figürüne rastlanırken; bu döneme ait olduğu saptanan bir savaş aleti, savaşı betimleyen hiçbir resim ve figüre rastlanmamıştır.4

Bunun yanı sıra, Engels, ilkel komünal topluluklarda, modern aile kurumundan farklı olarak grup halinde evlilikler ile var olan “gens”lerin mevcut olduğunu, bu evlilik biçiminin bir küme erkekle bir küme kadının birbirlerine karşılıklı olarak sahip bulunduğu ve bunların ortak çocuklara sahip oldukları, kıskançlığa ve mülkiyete çok az yer bırakan bir biçim olduğunu söylemektedir. Bu yapıyı göz önüne aldığımızda çocuğun babasının belirsiz ama annesinin 6büyülü güçlere sahip bir “tanrıça” olarak görülmesine ve de bilgeliğine başvurulmasına neden olmuştur.5 Ancak tek tanrılı (erkek tanrılı) dinlerin oluşması, kolektif bilincin kaybolması ve yerine sınıflı toplum iktidarlarının gelmiş olması, özel mülkiyete erkeğin hakim olmasını kolaylaştırmış ve ezilen sınıfın (haliyle ezilen cinsiyetin de) bugünün deyişiyle “uyutulmasını” sağlamıştır. Biz de yazımızın geri kalanında, bu durum ile uyumlu olarak, Türklerin göçebe yaşamdan yerleşik yaşama geçişini göz önünde bulundurarak, tek tanrılı bir din olan İslamiyet etkisinin, kadının rolünün nasıl değiştirdiğini inceleyeceğiz.

Biz bu süreci incelerken şiire odaklanacak ve halk hikayeleri üzerinden gideceğiz. Çünkü her uygarlıkta dinsel bilginin kaynağı şiir olmuştur. Toplumların, dinsel geleneklerin yaşamasını ve dini bilginin muhafaza edilmesini şiirle ve halk hikayeleriyle sağlamış olduğunu düşünürsek, kadın rolünün değişimini de bu eserler üzerinden incelememiz faydalı olacaktır.

Orta Asya’nın göçebe Türkleri

Eski Türkler, Uygurlardan önce çoğunlukla, Şamanizm ve Toyonizm’i din edinmişlerdir. Ancak Ziya Gökalp Toyonizm’den sonra varlığını sürdüren Şamanizm’i bir din olarak kabul etmemektedir: “Şamanizm daha evvel maderi bir totemizm devrinde bir din idi. Toyonizm’den sonra bir sihir mahiyetine girdi.”6

Bizim konumuz tabi ki Şamanizm’in gelişimini incelemek değil. Ancak Ziya Gökalp’in Şamanizm’i bir din değil de “sihri bir sistem” yani dinsel kurallarla uyumlu olarak belirlenen büyülü bir toplumsal düzen olarak kabul ettirme çabası bizim için de önem taşıyor. Buradan hareketle, eski Türklerin kültürel sisteminin, din etkisinde geliştiğini ancak bugünkü gibi şeri hukuk ile toplum normlarının birebir aynı şekilde düzenlenmeye çalışılmadığını, bu normları daha çok göçebe yaşam tarzının belirlediğini söyleyebiliriz. Ziya Gökalp de bu tezini kanıtlamak için sihrin, dinin zıddına kıymet verdiğini söylüyor: “Eski Türk dini, sağı kutlu tanırdı. Şamanizm ise solu kutlu tanırdı. Din sağda oturan erkeğe kıymet verirdi. Şamanizm ise sola mensup bulunan kadına kıymet verirdi. Şamanizm’in bir din olmadığı, bir şamanın muvaffak olmak için kadın gibi saçını kestirmesinden, bıyığını sakalını tıraş ettirmesinden, kadın elbisesi giyip kadın halleri takınmasından, cinsi münasebetlerinde kadın rolü oynamasından hatta gebe kalıp bir takım balık, fare, kertenkele gibi hayvanları doğurmasından anlaşılır.”7

Maalesef ki bu edebiyatın yaratıcısı olan şaman ayinlerinden ve söylenen parçalardan bugün elimize ulaşan olmadı. Ancak Paganlık ve Animizmi benimseyen Kıpçak Türklerinden ve Budist, Maniheist olan Uygur Türklerinin eserlerinden bir iki örnek vermemiz mümkün.

Örneğin İskender, Kıpçak topraklarına girdiğinde yaşlılar toplanarak kadınların yüzlerinin örtülmesine karar vermiştir. Bu karara verilen cevap Nizami’nin İskendernamesinde şöyle geçiyor:

Yüz örtmek adetimiz değildir, 
Yüzünü örten kimseler
Güneşi ve ayı göremez.
Evet hepimiz şahın emrindeyiz
Lakin törelerimizden el çekmeyiz.”

Bu alıntıdan Kıpçaklarda kadının örtülmesi gereken bir varlık olarak kabul edilmediğini ve bu konuda söz hakkının onlarda olduğunu görüyoruz. Ayrıca güneş ve ayın kutsal kabul edildiğini de düşünürsek örtünmenin onları görmeyi engellemesi de dinleri ile örtünmenin karşıt olduğunu göstermektedir. Zaten eski Türklerde kadın; temizliğin, doğrunun ve ahlakın sembolü olarak görülmüştür. Bir Uygur türküsünden örnek verelim:

Ayıpsız tişike er boyunun sunmış kerek. Ol dudağ tüzün birle Triğlik kılmış kerek, Akikat bolsa tüzün anga can birmiş kerek. Menci çın ol mengi çok takı ne aymış kerek.”8

Yukarıda alıntıladığımız türküde kadına erkeğin boynunu sunması ve dürüst biriyle hayat sürmesi gerektiği söyleniyor. Esas edep budur, deniliyor. Bunun yanı sıra, eski Türk şiirlerinde kadın kesinlikle şiddete uğramaz ve bu özendirilmezken -yalnız ahlaklı olmaları öğütlenen şiirler vardır- 11. yüzyılda yazılan ve İslami eserlerden önemli bir tanesi olan Şehname’de durum hiç de öyle değildir:

Bunun üzerine kızdı ve hemen eliyle saçından yakalayarak kadını yere vurdu. Onu yerlerde sürükleyerek elini ayağını bağladı. Ayağıyla çiğnedi ve bir yandan da durmadan eliyle vurdu.”9

Ayrıca kadın ver erkeklerin göçebe kültürün de gerektirdiği gibi sürekli bir arada bulunduklarını ve kadınların da kahramanlık konusunda erkeklerle yarıştığını, ava çıktığını göreceğimiz metinler de mevcuttur. Örneğin, Manas Destanı’nda bu durum şöyle anlatılıyor:

Akın’ın kızı Ay Çörök otuz kızı yanına arkadaş, kırk yiğidi kılavuz alıp oyuna başlamak üzere yola çıktı.

Yine aynı destanda bir beyaz otağ içinde kızlı erkekli oynandığı şöyle anlatılır:

Çınar terek tübünde bir boz ordo bar eken kırk kız onun içinde kırk yiğit minen oynuyordu.”10

Geçiş dönemi:

Bu noktada kısa bir parantez açmamız gerekiyor. Yazının buraya kadarki kısmında bir dönemin ozanları olan şamanların kadınlardan seçildiğinden, kadın ve erkeğin bir arada bulunmasının sakıncası olmadığından ve Şamanizm’den başka birçok dine inanmış olan eski Türklerin eserlerinde kadının İslami eserlerin aksine, iyiliği temsil ettiğinden söz ettik. Zaten bilindiği üzere kadınlar o dönem destanlarında da genellikle, güneş, ay, yıldız vb. parlak gök cisimleriyle isimlendirilmiştir.

Ziya Gökalp, Şamanizm’deki bu tutumu, onun bir din değil, sıhri sistem olmasına bağlıyordu. Biz de Şamanizm’in dinsel özellikleri korunmakla birlikte, daha çok göçebe hayat tarzına göre belirlenen bir toplumsal sistem olduğunu söyledik. Dinin gerektirdiğinin aksine bu Şamanist normların kadına değer veriyor olması, ilkel ve görece kolektif olan bu yaşam biçiminden kaynaklanmaktaydı. Bu durumda İslamiyet’i kabul eden fakat göçebe yaşam tarzının altında yaşayan, İslami kültüre henüz adapte olmamış geçiş döneminin eserlerinde de bu durumun izlerini sürmek yanlış olmayacaktır. Yani İslamiyet’i kabul eden göçebe Oğuzların, birçok İslami topluluğa göre kadına daha fazla değer vererek göçebe yaşamın gerektirdiği eşitlikçiliği sürdürdüğünü iddia edebiliriz. Bahsettiğimiz eserler de Dede Korkut hikayeleridir. Yukarıda kadınların erkeklerle ava çıktığını ve kahraman olabildiğini söylemiştik. Şimdi bunun örneklerini Dede Korkut hikayelerinden verelim:

Sabah sabah han kızı yerimden kalkmadım mı,
Boz aygırın beline binmedim mi,
Senin evinin üzerine yabani geyik yıkmadım mı,
Sen beni yanına çağırmadın mı,
Seninle meydanda at koşturmadık mı,
Senin atını benim atım geçmedi mi,
Ok atınca ben senin okunu geride bırakmadım mı,
Güreşte ben seni yenmedim mi,
Üç öpüp bir ısırıp
Altın yüzüğü parmağına geçirmedim mi,
Seviştiğin Bamsı Beyrek ben değil miyim?”

Bamsı Beyrek destanında, babasıyla konuşurken bir karı değil, bir arkadaş, yoldaş istediği belirtilen Bamsı Beyrek, Banu Çiçek’e evlenme teklif etmeye gider. Banu Çiçek’in verdiği cevap, “Önce bir güreşelim, yarışalım, ok atalım eğer beni yenersen yiğitsindir, seninle evlenirim,” olur. Yukarıda Bamsı Beyrek’in siteminden aldığımız dizelerde de onun Banu Çiçek’i ancak yenerek kendine aşık edebildiğini ve İslamiyet’te alışık olduğumuz kapalılık, haremlik selamlık vs. yerine “öpme”,” ısırma” ve “sevişmenin” kadın ve erkekler arasında olağan karşılandığını görebiliyoruz.

Bunun yanı sıra, yine Dede Korkut hikayelerinde göreceğimiz üzere, kadınların ordu toplayıp savaşa gitmesi de olağandır:

Taşkın akan sudanBir oğul uçurdunsa söyle bana.Damarlarını tıkatayım.Azgın dinli kafirlereBir oğul tutturdunsa söyle bana.Han babamın yanına ben varayım,Ağır asker bol bazine alayım.Paralanıp cins atımdan inmeyince,Yenim ile alca kanım silmeyince,Kol but olup yer yüzüne düşmeyince,Yalnız oğul haberini almayıncaKafir yollarından dönmeyeyim.”11

Yukarıda alıntı yaptığımız hikayede Kazan Han kahramanlık öğretmeye götürdüğü oğlunu düşmana esir olarak kaptırır. Ancak eve döndüğünde korkudan oğlunun annesine söyleyemez. Oğlunun avda kaldığını söyler. Kadın buna inanmaz ve yukarıda görüldüğü gibi Kazan Han’ın damarlarını tıkayacağını, ordu kurup oğlunu kurtaracağını söyler. Kazan Han bunun üzerine oğlunun avda olduğunu ve onu alıp geleceğini söyleyerek tekrar yola çıkar.

Dede Korkut hikayelerinde bunlara benzer örnekler çoğaltılabilir. Diğer yandan ise İslamiyet etkisindeki şiirlerde kadın rolünün değişimi keskin bir biçimde görülebilir. İslamiyet’i kabul eden ilk devlet Karahanlılarda Yusuf Has Hacib’in 11. yüzyılda yazarak hükümdara sunduğu sözlük Kutadgu Bilig’de kadın şu şekilde anlatılıyor:

Ey dost, arkadaş sana kesin bir söz söyleyeyim,
Bu kız doğmasa, doğarsa yaşamasa daha iyi olur.”

Bunun yanısıra yine Kutadgu Bilig’de “Silah arkadaşlarına cariye ihsan edilmesi” öğütlenip “Kadından namus gitti, yüzlerini örtmezler.” denilmektedir.12

Anadolu’nun durumu ve burada gelişen Halk ve Divan Edebiyatları

Biraz yakın tarihe yani Anadolu’ya; hatta Osmanlı Devleti’ne geçtiğimizde ise yaşam biçiminin iyice İslamileştiğini ve kadın erkek eşitliğine yaklaşamayacak bir toplumsal yaşamın oluştuğunu görebiliriz. Örneğin, yukarıda gördüğümüz “erkekli-kızlı” yaşam biçiminin aksine, Ahmet Yesevi’nin bir hikmetinde İslamiyet’i henüz kabul eden bir Türk topluluğu anlatılıyor. Kadınlarla erkeklerin bir arada bulunduğu bu kültürden İslamiyet’e geçen bir grup, namaz kılmaya gidiyor. Hocanın, kadınların ve erkeklerin birlikte duramayacağını söylemesi üzerine grup İslamiyet’ten vazgeçtiklerini söylüyor. Bunun üzerine Ahmet Yesevi bir kutunun içerisine pamuk ve köz koyup, şeyhe bu ikisinin illa birbirini yakması gerekmediğini söyleyerek birlikte namaz kılınması konusunda onu ikna ediyor. Türklerin İslamlaşmasındaki birçok kültür çatışmasını bu tip hikayelerde de gözlemlemek mümkündür.

Ancak, 13-14. yüzyılda, Moğol akını sonrası birçok yabancı kavimden askerleri beslemek, ağır vergiler vermek zorunda kalan ve evleri yağmalanan Anadolu halkı, her türlü mistik inanca sarılarak avunuyor ve kendini, doğaüstü bir güçte yok sayıyordu. Anadolu’nun bir geçiş bölgesi olduğunu düşünürsek de her türlü inancın bu bölgede yerleşip gelişebilme olanağı bulduğunu anlayabiliriz.13 Türkler haricinde kadına değer veren birçok kavmin yaşadığı bu topraklarda, erkek tanrılı bir din olan İslamiyet de bu kültür farklılığına rağmen, kolayca yayılma alanı bulabildi. Bu dönemin halk edebiyatı eserleri de çoğunlukla tekke çevresinde yetişen şairlerin müritlerine dini öğretmek amacıyla söylediği nutuklardan oluşmaktadır. Örneğin; Mevlana, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Pir Sultan vb. birçok büyük şair bu çevrelerden yetişen şairlerdi. Biz de konunun akışını bozmadan Yunus Emre’nin bir şiirinden alıntı yapalım:

Altıncı kapusında bir Hur oturur anda
Sana eydur gel berü olmasın kim varasın
Çün kim anda varasın ol Huriyi alasın
Bir vayeden ötürü yoldan mahrum kalasın
Yedinci kapusında yidiler otrur anda
Sana kurtuldun dirler gir dost yüzin göresin.”

Yukarıda alıntıladığımız şiirin bütününde Yunus, dervişlik yolunu define bulma ile özdeşleştirerek anlatmaktadır. Defineye yani “dost”a ulaşmak için önce üç deniz geçmeli, ilk kapıda onu vazgeçirmeye çalışan bir kişiyi, ikinci kapıda iki aslanı, üçüncü kapıda üç evreni, dördüncü kapıda dört piri, beşinci kapıda beş ruhbanı aşması ve son kapıdaki zorluğa ulaşması gerekmektedir. Kurtuluşa giden son kapıdaki en zorlu görev ise yukarıda görüldüğü gibi bir tek kadındır. Kısaca şiirde eğer kadını alırsan nefsini törpüleyemez, yolundan mahrum kalırsın denilmektedir. Kadının “dost”a kavuşmadaki en zor engel olduğu dini kültürün etkisi hızlıca şiirlere yayılmaya devam etmiştir. Kronolojik olarak devam edip Batıni tarikatından Kaygusuz Abdal’dan alıntı yapalım:

Ayağında meşin mesi
Kolunda gümüşün hası
Soyunmaya elbisesi
Taşraya bakıp oturur(..)
Çocuklar oynar aşığı
Köpekler yur bulaşığı
Karga da kapmış kaşığı
Havaya bakıp oturur(..)
Kaygusuz aydur atılmaz
Pazarsa çeksen satılmaz
Soyulup koyna yatılmaz
Bir manda çöküp oturur.”

Yukarıdaki şiirde de herkese görünerek soyunan, ev işlerini aksatan bir kadın tasviri görüyoruz. İslamiyet’ten önceki şiirlerde de kadının dürüst ahlaka sahip olmasının öğütlendiğini görmüştük. Ancak kötü kadın tasviri o dönem kendine çok fazla yer bulamamaktadır. Kaldı ki şiirde, kadının pazara götürsen satılmaz bir “mal” olarak tasvir edilmesi de yazının başında bahsettiğimiz, erkek egemen toplumda, özel mülkiyete sahip olan erkeğin kadını köleleştirmesine ve ona “sahip olmasına” bir örnektir.

Halk şiirlerinin yanı sıra İslamiyet etkisindeki ilk destanlarda da kadın rolünün değiştiğini görüyoruz. Oğullarını kurtarmak için ordu toplayan, eş seçmek için yiğitlik ölçen kadınlar gitmiş; yerine gökten ona üç karı indirilen bir ata kahraman, Oğuz Kağan gelmiştir. Ayrıca İslam etkisindeki esas destanlar sayılan Saltukname ve Battalname’de de kadına hiçbir rol biçilmemiştir. Bunun yanı sıra Aşık Garip vb. halk hikayelerine baktığımızda Banu Çiçeklerin yerini, düşmana esir düşen nişanlısının öldüğünü sanan, yine nişanlısının düşmanıyla evlendirilen ve ölen nişanlısının gelip onu kurtarmasını bekleyen kadınlar almıştır.

Halk Edebiyatı ürünlerinden kısaca bahsetmiş olduk. Dilerseniz şimdi Divan Edebiyatı’na göz atalım. Öncelikle Divan Edebiyatı’nın ilk şairi Zeynep Hatun’dan bahsetmek gerek: “Zeynep Hatun, şiirlerinde kadınların yadırgayacağı çeşitli düşünceler barındırır; kadının isteklerini açgözlülük olarak nitelendirir ve döneminin kadınının aşağılık konumundan sıyrılma isteğini sık sık dile getirir. Zeynep Hatun, bir şair olarak kabul görebilmek için, arzularının “merdane” (erkeğe yakışan, mertçe) olmasını ister. Tıpkı alçakgönüllü bir erkek gibi, bilge olmak isteğini vurgular. Yumuşaklık, sevecenlik gibi kadına özgü bazı değerleri, zayıflık ve ruhsal eksiklik diye nitelendirir.”14

Divan Edebiyatı külliyatında çok fazla kadın şair bulunmadığını biliyoruz. Peki kadın nasıl tasvir ediliyor? Bu sorunun cevabı aslında biliniyor. Hepimizin bildiği gibi Divan şiirinde kadın, daha doğrusu sevgili, dalga saçlı, ok kirpikli, yay kaşlı vb. betimlemeler ile anılır. Biz de Necdet Sevinç’in ne yazık ki güzelleyerek verdiği şiirlerdeki kadın tasvirleri için oluşturduğu sözlükten alıntı yapalım. Şiirlere değil de sözlüğüne alıntı yapmamız kanımca durumu çok daha keskin biçimde ortaya koymaktadır:

Gülbeden: Narin vücutluGül-u ruhsar: Gül gibi pembe yanaklıGül’ü zar: gül yanaklı, gül kokanServ’i bülent: Servi boyluServ’i hıraman: Nazlı nazlı salınarak yürüyen sevgiliServ’i naz: Nazlı sevgili”15

Sanıyoruz ki bu kadar kelime örneği şiirlerdeki “kadın tipi”ni göstermek açısından yeterli olacaktır.

Sonuç yerine:

Yerleşik yaşama geçişle ve silahın bulunmasıyla ortaya çıkan sınıflı toplum ezen ile ezilen sınıflarını yarattığı gibi ezen ve ezilen cinsiyetleri de yaratmıştır. Sınıfsız ve komünal yaşayan tarih öncesi ilkel toplulukların Türk tarihindeki en yakın yaşam biçimi Orta Asya göçebeliği olduğu için yazıya, eski Türklerin eserlerindeki kadın rollerini inceleyerek başladık. Türkler Anadolu’ya göç ederek yerleşik yaşama geçmiş ve burada birçok devlet kurarak erkek egemen bir iktidar biçimi altına girmişti. Bu yaşam biçimi, Tek Tanrılı (erkek tanrılı) bir din olan İslamiyet’i ve onun gerektirdiği şeri hukukla düzenlenen bir toplumsal yaşamı benimsemesini kolaylaştırmıştır. Bu toplumsal düzende ezen sınıf padişah ve onun soyu iken ezilen sınıf tebaa olmuş; ezen cinsiyet de tanrının doğrudan yetki verdiği padişah, ezilen cinsiyet ise onun mülkü sayılan kadın olmuştur.

Ancak bugün, özellikle edebiyat üretimi konusunda kadından yana daha umutlu olmamız gerekiyor. Silahın bulunmasıyla “köleleştirilen” kadınlar, yine makinelerin gelişmesi ve aklın öne çıkmasıyla dünya genelinde mücadele etmeye, haklarını geri almaya başladı. Özellikle ülkemizde, çok daha büyük bir baskıyla hala toplumdan dışlanmaya ve eve kapatılmaya çalışılan kadın, birlikte yaşadığımız bu “hastalıklı toplumu” değiştirme misyonunu üstlenebilmektedir. Bunun sonucunda, kadın yazarların, eleştirmen ve araştırmacıların sayısı artmakta, feminist eleştiri geleneği hızlı bir şekilde yayılmakta ve sanatsal üretimlerin birçoğu bu eleştiriye tabi tutulmaktadır. Kısacası bugünün anlatısı, kadının isteklerini açgözlü olarak nitelendiren Zeynep Hatunların değil; onları eleştiren Kristevaların ve erkekleri “öldürebilen” Doloreslerin, yani bizim ellerimizdedir.

Dipnot

  1. 1
  2. 2
  3. 3
  4. 4
  5. 5
  6. 6
  7. 7
  8. 8
  9. 9
  10. 10
  11. 11
  12. 12
  13. 13
  14. 14
  15. 15