Aydın “Nihilizmi” ya da Öz-Yıkım Olarak Batı Marksizmi

Perry Anderson’ın Batı Marksizmi üzerine düşünceler kitabı bir dönemin kıta Avrupası’nda Marksist düşüncenin geliştiği yolu ve Marksist düşünürlerin eğilimlerini inceliyor. Sözünü ettiğimiz dönem Birin Dünya Savaşı’nın bitimiyle başlatılabilir, sistemli bir düşünce haline gelmesi ise İkinci Dünya Savaşı sonrasını buluyor. (Anderson, 2011:54) Bunun bir dönem ya da bu dönemde eser veren Avrupalı Marksistlerin başka bir ekol olarak görülmesinin sebeplerine geleceğiz.

Ancak başlarken öncelikle bu düşünce ekolünün özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra belirginlik kazandığını belirtelim. Coğrafi olarak ise, Anderson’un belirttiği gibi(2011:58) kendisinden önceki (Lenin, Hilferding, Luxembourg, vb.) Marksist kuşaktan farklı olarak Batı Avrupa’ya, Fransa, Almanya, İtalya gibi ülkelere doğru bir eğilim görüyoruz. Coğrafi ve tarihsel sınırlamaları belirtmemizin sebebi ise her iki faktörün bu düşünce sisteminin gelişiminde önemli olması. Anderson kitabına Lukács, Gramsci, Althusser gibi komünist partilerde çalışmış hatta örneğinde bu örgütlerde önderlik yapmış isimleri ve Adorno, Horkheimer, Marcuse gibi sonraki süreçte Marksist teori ile arayı iyice açan düşünürleri bir arada ele alıyor.

Elbette ki Batı Marksizmi gibi bir tanımlama için yalnızca coğrafi ve tarihsel çakışmalar yeterli değil. Bu noktada Anderson(2011: 142) Batı Marksizmini tanımlayan berlili eğilimleri ortaya koyuyor. Gerçekten de bu dönemin Batılı Marksistleri arasında bu listeye alınmayan ve alınmayacak isimler var. Metin Çulhaoğlu (2002: 297), Marksizmin bu dönemde iki kanaldan ilerlediğini ifade ediyor. Birinci kanal Marksizmin konusu olagelmiş ekonomi politik, siyaset teorisi, kapitalizmin gelişimi gibi konulara odaklanırken; ikinci kolda ilerleyen Marksist düşünürler daha çok Marksizmin özüne yönetime dönük bir tartışmaya girişiyor.

Sınıftan Uzaklaşma

Birinci koldan ilerleyen Marksist düşünürleri bir tarafa bırakırsak, Anderson’ın ifadesiyle Batı Marksizmi işte bu ikinci kol oluyor. Öyleyse ayrı bir düşünce biçimi olarak Batı Marksizmini belirleyen eğilimler nelerdir? Kanımca, Anderson’dan yola çıkarak üç temel eğilim ya da karakteristikten söz edebiliriz: Örgütten ve sınıf mücadelesinden kopuluk ve Leninist partilerle mesafe, yönetme ya da Çulhaoğlu’nun deyimiyle Marksizmin özüne odaklanan epistemoloji tartışmasının ağırlığı, ve son olarak İkinci Dünya Savaşı ve Nazizmin yarattığı yıkımın yol açtığı koyu bir karamsarlık (Anderson, 2011: 142). Batı Marksizmi, kendisinden önceki Marksist kuşaklardan belirgin farklılıklar gösteriyor. Birinci kuşağı oluşturan Marx ve Engels, bu dönemde her ne kadar klasik anlamda işçi sınıfı partileri henüz güçsüzse de Birinci Enternasyonal’in kuruluşunda kritik roller oynadılar. Ondan sonra gelen ikinci kuşak ise bizzat sosyal demokrat partiler içerisinde yer aldılar, bu partilere önderlik ettiler. Lenin, Marksist örgüt ve siyaset teorisine getirdiği özgün katkılarla Marksizmin yanına bir de Leninizmin eklenmesini sağladı. Batı Marksistleri ise ya komünist partiler içerisinde hiç yer almadılar ya da partinin temek politikalarının dışında kalarak teorik üretimlerini başka alanlara kaydırdılar (Anderson, 2011: 78-79).

Elbette örgütlü siyasetle ilişki konusunda Batı Marksistleri olarak anılan grup içerisinde birtakım ayrımlara gitmek gerekiyor. Örneğin Gramsci, İtalyan Komünist Partisi’nin önemli bir militanı ve teorisyeni. Yine Lukács ve Althusser belirli bir dönem kendi ülkelerinin komünist partilerinde yer alıyor, parti yönetimleri ile çeşitli polemikler ve siyasi tartışmalar yapıyorlar. Ancan eninde sonunda Batı Marksistlerinin teorik üretimleri örgüt siyasetinin dışında kalıyor. Bir sonraki başlıkta değineceğiz, ancak burada da vurgulamamız gerekiyor, Batı Marksistlerinin teorik üretimlerinde siyaset teorisi, ekonomi politik, sınıf mücadeleleri tarihi gibi Ortodoks Marksizmin temel konuları ya hiç yer almıyor ya da Lukács örneğinde olduğu gibi zamanla yerini başka tartışmalara bırakıyor. Burada pratik mücadele ile teori arasında önemli bir ayrımın ortaya çıktığını görüyoruz. Anderson’a göre (2011: 66-67), bu ayrım 1920’lerde başlıyor, 60’larda Marcuse’nin “Tek Boyutlu İnsan”ının yayımlanmasıyla açıkça ilan ediliyor.

Yine de ortaya çıkan bu ayrımın yalnızca Batı Marksistlerinin öznel tercihlerinden kaynaklandığını söylemek mümkün değil. Burada Üçüncü Enternasyonal’in politikasının ve bu politikanın takipçisi Komünist Partileri’nin tavrının da etkili olduğunu kabul etmek gerekiyor. Burada ayrıntılarına girmeyeceğiz ancak kendi adımıza tek ülkede sosyalizmi koruma göreviyle kapitalist ülkelerde devrimi arama hedefi arasında ortaya çıkan çelişkinin birincisine ağırlık vererek çözülmesinin de bu teorisyenleri örgütlü mücadeleden uzaklaştırdığı görüşündeyiz. Bu durumu bir eleştiriden çok nesnel durumun yarattığı bir sıkışma olarak görmek; ancak yeniden aydın-örgüt tartışması yürütürken bu sıkışmayı analiz etmek gerektiği düşüncesindeyiz. Komünist Partilerin resmi siyasetine etki edemeyen ve güncel görevlerin dayatmasıyla bu etkiden yoksun bırakılan Marksistlerin örgütlü mücadele ile arasının açılmaması imkansız değilse de zordur. Üstüne Batı Marksistlerinin diğer eğilimleri ve dönemin özellikleri eklendiğinde ortaya çıkan tablo teorisyensiz örgütler ve örgütsüz teorisyenler olmuştur. Son bölümde bu tartışmaya yeniden dönecek ve örgütlü mücadele içerisinde aydının görevleri, hareket alanı üzerine yeniden düşünmeye çalışacağız.

Sonuç olarak bu dönemde kabul edilen eğilim “Avrupa kapitalizminin ileri bölgelerinde” sosyalist devrimlerin başarısızlığa uğradığı olmuştur. Bunun kapitalizmin başarısı olarak algılanması ve savunma pozisyonuna geçilmesi ise deyim yerindeyse bu teorisyenleri misyonsuz bırakmıştır. Teorik tercihlerinin ve öznel eksikliklerin bu tabloya etkisini ise bir sonraki başlıkta inceleyeceğiz.

Marksist Yöntem Tartışmasında Derinleşmek ya da Derinde Sıkışmak

Batı Marksizminin kuşkusuz en belirgin özelliği ve kendisini önceki Marksist kuşaklardan ayıran eğilimi Marksizmin özüne dönük tartışmalara, felsefeye ve epistemolojik alana verdiği öncelik oluyor. Bir önceki başlıkta değindiğimiz gibi bu kuşağın pratik siyasi faaliyetten kopukluğu bu eğilimi ciddi bir biçimde beslemiştir. Marx, Engels, Lenin, Luxembur, Kautsky, Plehanov gibi isimlerin ve bu dönem Marksistlerinin tamamında pratik ile teori arasında “organik bir bütünlük bulunur”(Anderson, 2011: 59-60)

Bu eğilimi besleyen ya da bu eğilimden beslenen beka bir farklılık Batı Marksistlerinin önceki Marksist kuşaklardan farklı olarak üniversitelerde, özel olarak felsefe bölümünde bulunmalarıdır (Anderson, 2011: 85). Deyim yerindeyse partinin yerini akademi almıştır. Pratik-teori bütünlüğünün teori “lehine” çözülmesinin sonucu akademiye sıkışmak olmuştur. Anderson (2011: 86) akademinin bu kuşak için bir sürgün ve sığınma yeri olduğunu hatırlatıyor. Sürgünün ve sığınmanın aynı kurumda cisimleşmesinin dolaysız sonuçları ise kuşkusuz ortaya çıkıyor.

Akademiye sıkışmak, Marksizme dönük ilginin odak değiştirmesinin bir göstergesi. Önceki Marksist kuşaklarda yoğun olarak ekonomik politik ve siyaset teorisi tartışılırken Batı Marksizminin ilgi alanı çok büyük ölçüde felsefeye kayıyor, Marx’ın ilk metinlerinin keşfiyle adeta yeni bir Marksizm yaklaşımı geliştiriliyor (Anderson, 2011: 87-88). Felsefe ilgisi ise daha çok Marksist yöntem sorununa sıkışıyor ve epistemoloji en önemli ilgi alanı haline geliyor. Kitlelerle bağı kopan ve teorik üretimi akademiye sıkışan Batı Marksistlerinin dili de kapalı, anlaşılması zor ve özel bir dil haline geliyor (Anderson, 2011: 90-91).

Bize kalırsa yöntem tartışmasının dolaysız bir sonucu ise Marx öncesi Avrupa felsefesine duyulan ilgi oluyor. Bir kez Marx’ın yöntemi masaya yatırılınca kimden etkilendiği ve öncülük sorunu da büyük bir tartışmanın konusu oluyor. Çoğu zaman Marx’ın içererek aştığı düşünceler ve düşünürler Marksizme aynı soyutlama düzeyinde yeniden sokuluyor. Öyle ki Batı Marksistleri için Marx’ın felsefesini meşrulaştırmanın biricik yolu kendisinden önceki düşünürlere başvurulması oluyor (Anderson, 2011: 99). İşin ilginç tarafı ise Marx’ın anlamak için örneğin Hegel gibi Marx’ın etkilendiği düşünürlere odaklanan Lukács, Engels’in mirasını ise reddetmiştir. Marksizm, Marksizm dışı kaynaklarla meşrulaştırılınca Marksizmin en büyük iki düşünüründen birinin katkıları gereksiz sayılmıştır.

Marx öncesi düşünürlerden hangisine ağırlık verileceği ise isimden isime değişiyor. Örneğin Lukács Marx’ın “en çok” Hegel’den etkilendiğini iddia ederken, İtalyan Marksistleri Della Volpe ve Colleti buna şiddetle karşı çıkıyor ve asıl selefin Kant olduğunu iddia ediyorlar. Diğer yandan anti-tarihselciliği ile Marksizmde büyük bir gedik açan Althusser’e göre insanların sürekli olarak bilincinde olmadığı kaynaklarca yönetildiğini söyleyen Spinoza Marx’ın gerçek selefidir.

Bununla birlikte elbette ki Batı Marksizminin büyün temsilcilerini mimleyen biz özellik olarak yöntemsel odaklanma sayılabilirse de bu noktada bir ayrım yapılmasının zorunlu olduğu düşüncesindeyiz. Marx öncesi düşünürlere yoğunlaşmak ve Marksist yöntemin sınırlarıyla uğraşmak hepsinde ortak olabilir ama bu uğraş içerisinde kimilerinin Marksizme daha sadık kaldıklarını diğerlerinin ise Marksizmin çok dışına düştüklerini tespit etmek gerekiyor. Örneğin, Frankfurt Okulu’nun temsilcileri olan Adorno, Horkheimer, Marcuse gibi isimlerin çok bilinen “Aydınlanmanın Diyalektiği”, “Negatif Diyalektik”, “Tek Boyutlu İnsan” gibi eserleri kanımızca Marksizmle tam olarak kopuşun simgeleridir. Diğer yandan yine Marx öncesi düşünürlere odaklanan, Marksist yönteme yoğunlaşan Lukács, Althusser, Korsch, Gramsci gibi isimlerin çok daha fazla Marksizmin sınırlarında kaldığını söylemek mümkün. Sartre, Benjamin gibi isimler ise Marksizmin yanında yalnızca başka isimlerden etkilenmekle kalmamış farklı yönlerden de olsa başka düşünce sistemlerinden de yararlanmış ve amorf teorik üretimler ortaya çıkarmışlardır.

Marx öncesi metinlere dönmek, Marx’ın felsefesine odaklanmak, kapalı bir dil kurmak, akademiye sıkışmak… Bütün bunların Marksizmin kitleler ve pratik mücadeleyle ilişkisini koparan, tüm derinlik iddialarına rağmen Marksizmi derinlik iddialarına rağmen siyasi gelişmeleri yorumlayacak ve değiştirecek gücünden yoksun bırakan yönler barındırması tartışılmaya değer. Örneğin, Marksizm öncesi eserlerden yararlanmak ya da Marx’ın kimlerden yararlandığını anlama çabası mahkum mu edilmeli?

Marksizm başka herhangi bir düşünceden ve sistemden yararlanmadan kapalı devre mi yapmalı? Marx’ın yöntemine odaklanmak illa ki sakıncalı sonuçlar mı doğurur? Bütün bu soruların yanıtlanması Marksizmin geleceği açısından büyük önem taşımaktadır.

Bizce bu tür çabaları hemen baştan reddetmek doğru değildir, ancak Marksist yönteme odaklanma iddiasında olanların Marksizmin yöntemine bu kadar yabancılaşmış olması tartışılmalıdır. Yine Metin Çulhaoğlu’na referansla söylersek Marksizmi derinleştirme çabasının nasıl derinlerde boğulma sonucu verdiği tartışılmalıdır. Marksizme dönük yöntem tartışmasına Çulhaoğlu’nun katkılarını değerlendirerek yeniden döneceğiz.

Bir Koltukta İki Karpuz: Devrimcilik ve Karamsarlık

Batı Marksizmini tek bir düşünce sistemi olarak tanımlarken üç özelliği ön plana çıkarmıştık. Bunların sonuncusu geleceğin hemen hemen tüm temsilcilerinin taşıdığı kopkoyu bir karamsarlıktır. Elbette bu karamsarlığın ortaya çıkmasında tarihi şartların etkisi göz ardı edilemez. Yıkımı ve etkisi çok büyük olan iki dünya savaşı görmüş, Nazizmin tüm yıkıcılığına ve barbarlığına rağmen kitleleri nasıl arkasında sürüklediğine şahit olmuş Batı Marksistleri için karamsar olmak çok zor olmasa gerek (Anderson, 2011: 14). Bu tarihsel şartlara bir de sosyalist devrimin Rusya dışında yenilgiye uğraması ve Sovyetler Birliği ile kurulamayan ilişkiler de eklendiğinde karamsarlığı oluşturan tablo neredeyse tamamlanıyor. Bizce Sovyetler Birliği’nin Batı Marksistlerine gelecek ve rol öner(e)memiş olması bu düşünürlerin hem kendi devrimciliklerine ve kişiliklerine hem de sosyalizmin geleceğine dönük karamsar bir yaklaşım içerisine girmelerine sebep olmuştur. Lukács’ın “Tarih ve Sınıf Bilinci” eserinin 1967 baskısına yazdığı önsöz örneğin aydının öz-yıkımının da önemli bir göstergesidir diye düşünüyoruz. (Lukács, 2014)

Elbette ki sosyalizmin geleceğine, aydının rolüne, kitle psikolojisine ve kapitalizmin zaferine dönük karamsar yaklaşımlar bu düşünürlerin teorik üretimlerinde çok önemli izler bırakmıştır. Pratiğinde karamsarlığa teslim olan düşünürlerin gelecek umutlu günlere işaret eden teorik çıkarımlar yapması elbette beklenemez (Anderson, 2011: 137).

Bu karamsarlığın sebeplerinin ve sonuçlarının incelenmesinin özel bir önem taşıdığı açıktır. Kanımca tarihsel koşulların yarattığı karamsarlığının bu düşünürler üzerindeki etkisi tek başına pratiğin düşünce üzerindeki hakimiyetini göstermeye yeter. Kitlelere duyulan güven, kapitalizmin mutlaka yıkılacağı inancının hakim olduğu Marksist düşünce; kitlelerin Nazizim “çekiciliğine” nasıl kapıldığını gören, kapitalizmin sürekli olarak büyük yıkımlara yol açarak kendisini devam ettirdiğine şahit olan Batı Marksistleri için yeterli olmamıştır. Bu düşünürlerin somut gelişmeleri Marksist perspektiften inceleme gücünden nasıl yoksun kaldığı da önemli bir sorundur. Bizce burada tek bir faktör yerine yukarı sözünü ettiğimiz birçok faktörün bileşkesinden söz etmek mümkün.

Ne Yapmalı?

Perry Anderson kitabı boyunca yaptığı olumsuz eleştirilere rağmen Batı Marksizminin iki önemli ve olumlu tavrından söz ediyor. Birinci sahip olduğu önemli teorik gelişkinliği (2011: 14); diğer ise tüm karamsarlığına rağmen revizyonist bir yön barındırmaması (2011: 143). Anderson, revizyonist olmamaktan kapitalizm ile uzlaşmamalarını ve kapitalizmin yıkıcılığını teşhir etmelerini kast ediyor kanısındayız. Ancak sonuç olarak kapitalizmin yenileceğine dair inançlarının büyük ölçüde zarar görmüş olması birçoğunun pratikte zamanla kapitalizm ile uzlaşma noktasına getirdi. Teoride böyle bir uzlaşmanın izlerine rastlamak için daha dikkatli olmak gerekiyor.

Genel olarak yazı boyunca Batı Marksizmine dönük eleştirel bir tavır takındık. Sahip olduğu tüm “zenginliğe” rağmen bizi bu tavra iten Batı Marksizminin kitleler, örgütlü siyaset ve çok daha temel olarak Marksist teori ile kurduğu ilişkinin sorunlu olduğuna inanmamızdır. Örgütlü mücadele ile ilişkiler konusunda en az Batı Marksizmi kadar dönemin Komünist Partilerine dönük eleştirilerimiz olduğunu yukarıda ifade ettik. Buradan yola çıkarak bu bölümde örgüt-aydın ilişkisine dair birkaç söz söyleyeceğiz. Öncesinde ise Batı Marksizminin, Marksizme dönük katkılarındaki sorunlu noktalara odaklanmaya çalışacağız.

Marksizmi “Aşmak” mı Zenginleştirmek mi?

Marksist teorinin klasik Marksist eserlerle sınırlı kalması gerektiğini, Marx ve Lenin’in eserlerinin her soruyu cevaplayacak anahtarları barındırdığını iddia edemeyiz. Marx ve Lenin’in bugün ortaya çıkan sorunların tamamını cevaplayamacak eksiklikler barındırabilir ve barındırmaktadır. Anderson (2011: 169) Marx’ta özellikle kapitalist devletin biçimlenişi, Kapital’deki değer teorisi ve milliyetçilik vb. Sorunların ele alınışı konularında eksiklikler olduğunu ifade ediyor. Lenin’in bu eksikliklerin bir kısmını çözdüğünü söylemek mümkün, ancan Anderson’a göre (2011: 172) Lenin’de de partinin merkeziyetçi yapısına ilişkin sorunlar ve Doğu ile Batı ülkeleri arasındaki ayrımın yeterince tarif edilememesi gibi eksiklikler var. Bütün bunlar olmasa dahil Marksizmin kendine yeterli bir sistem olduğuna iddia etmek ve yeniden değerlendirilmesi gereken yönlerine, eksikliklerine odaklanmamak hem pratik mücadeledele hem de teorinin kendisinde büyük sorunlar yaratacaktır. Önemli olan bu katkıların ne biçim yapılacağı, Marksist teorinin ne düzeyde ele alıncağıdır.

Metin Çulhaoğlu “Bin Yıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu” kitabının bu gelenek içinde sayılan Lukács, Gramsci ve Althusser’i ele aldığı bölümünde bu düşünürler için şöyle diyor: “Marksizme, Marx’ın geride bıraktığından daha belirgin bir biçim ve içerik kazandırmaya çalışmışlardır. Bana göre, Lukács, Gramsci ve Althusser’in önemleri, etkileri ve sonuç olarak başarısızlıkları, üstlendikleri misyonun bu niteliğinden kaynaklanmaktadır.”(Çulhaoğlu, 2002: 298). Çulhaoğlu bu misyonun sonuç olarak başarısız olduğunu söylerken bu düşünürlerin Marx’ı zenginleştirmek yerine eksilttiklerini öne sürüyor (2002: 300). Peki nasıl oluyor da Marx’ın sistemini bütünleştirme iddiasında bulunan bu Marksistler sonuç olarak Marx’ı eksiltiyor? Burada görece Anderson’un da ifade ettiği bir tezi ortaya atıyor Çulhaoğlu: Marx ve Engels’in mirasının onların teorik üretiminin temelini oluşturan tarihsel süreçlere ve sınıf mücadelelerine somut göndermeler yapılmadan “salt kuramsal çabalarla” geliştirilmesi mümkün değil (Çulhaoğlu, 2002: 300).

Burada “salt kuramsal çabadan” kasıt Marx ve Engels’in ampirik verileri en üst soyutlama düzeyinde inceleyerek ulaştıkları sonuçların aynı soyutlama düzeyinde geliştirilme iddiasıyla ele alınmasıdır(Çulhaoğlu, 2002: 303). Şöyle somutlayalım: Marx’a göre toplumsal formasyonun en nihayetinde (en üst soyutlama düzeyinde) belirleyen temel ya da ekonomik sistemdir. Bu snuca dönemin kapitalist ülkeleri ve toplumsal formasyonu ampirik olarak ele alınarak ulaşılmıştır. Batı Marksistleri çoğunlukla “ekonomik indirgemeci” olarak gördükleri bu yaklaşımı “geliştirmeye” çalışır. Ancak çoğunlukla bu çaba toplumsal formasyona somur göndermeler yapılmadan, ampirik veriler incelenmeden yürütülür. Bunun gerçekte böyle olup olmadığından çok böyle ele alınmaması gerektiği söylenir. Sonuç olarak Çulhaoğlu’na göre bu çabanın sonucu sisteme(Marksist düşünceye) “yabancı öğelerin sızması” olur (Çulhaoğlu, 2002: 304).

Dolayısıyla Batı Marksizminin yöntemine yapılan itiraz bizce de bu noktada yoğunlaşmalıdır. Yoksa Marksizmi kısırlaştıracak bir ortodoksu adına onun yeni katkılara kapatılması değildir söz konusu olan. Örneğin, neoliberal düzende ya da küreselleşmenin yaşandığı günümüzde Marksizmin kapitalizm analizinin yetersiz ya da yanlış olduğu düşünülüyorsa aynı biçimde ampirik veriler, gelişmeler ve küresel ekonominin işleyişi ele alınmalı ve sonuca buradan ulaşılmalıdır. Bunun yapılmadığı durumlarda kaçınılmaz olan Marksizmin dışına düşmektir. Bunun günah olduğunu kimse iddia edemez elbette ki, ancak hedef Marksizmi geliştirmekse bu yöntemin önerilmesi haklıdır.

Kendi adımıza meselenin bir de şöyle bir boyutu olduğunu düşünüyoruz: Marx’ın sistemini oluştururken yola çıktığı somut gerçekler zaman zaman çelişkili görünen yönlere, farklı eğilimlere sahip olabiliyor. Dolayısıyla somut gerçeğin salt teorik düzeltmeler ve mükemmelleştirmeler ile düzeltilemeyecek kimi “çelişikili” yönler barındırdığı inancındayız. Bu çelişkilerin “bütünlüklü” bir teorik sistemde giderilmesi çabası ise kaçınılmaz olarak teorisizme kapı açıyor (Çulhaoğlu, 2002: 325). Marksizmin örneğin emperyalizmin bugün Ortadoğu’da ve “çeper” ülkelerde yaşadığı sıkışmayı tahlil edecek; ekonominin ne kadar küreselleştiğini ve ulus devletlerin geleceğini inceleyecek; özerklik, radikal demokrasi gibi “alternatiflere” yaklaşımını ortaya koyacak biçimde zenginleştirilmesi önemlidir. Marksizmin bu alanlarda nasıl geliştirileceğini bulma görevi ise kuşkusuz yeni bir kuşak iddiasında olan bizlere düşüyor.

Aydının Özgürlüğü-Örgütlülüğü Sorunu

Bu derginin geçen sayısında Prof. Dr. Yalçın Küçük’le bir röportaj yaptık. Türkiye aydını üzerine yapılan en kapsamlı çalışmalardan birinin sahibi olan Yalçın Küçük röportajımızın sonunda aydın olmanın üç “şartını” sıralıyordu: Aydının reddi vardır, aydının kurgusu vardır, aydının hülyası vardır. Röportajımız sırasında orada bulunan bir dostumuzun katkısını da ekleyelim: Aydının ideolojisi vardır. Çünkü sanırım reddetmek, kurgulamak ve hayal etmek için ideoloji olmazsa olmazdır. Yalçın Küçük orada ekliyordu: Türkiye aydınında bunların üçü de eksiktir diye. Öyleyse reddi, kurgusu, hayali ve ideolojisi olan yeni bir aydın kuşağı yaratmak mümkün müdür?

Perry Anderson kitabında (2011: 155) başka bir bağlamda şöyle diyor: “Eşitsiz gelişme kanunu teorinin gelişme hızı ile dağıtımını da düzenliyor çünkü: ‘sona kalmanın’ sağladığı kazançtan yararlanan geri kalmış ülkeler kısa bir süre içinde ön sıralara geçebilirler.” Bu iyimser tahmin Türkiye için geçerli olabilir mi? Olduğu kanısındayız, ancak öncelikle aydının daha da önemlisi sosyalist aydının ne olduğuna odaklanmak gerekiyor. Herhangi bir makaleye sığamayacak kadar geniş kapsamlı bir soruyla karşı karşıya olduğumuzun farkındayız. Yazıyı bitirirken en azından bu konuda önemli olduğunu düşündüğümüz birtakım sorunları Batı Marksizmi ekseninde ele almaya çalışacağız.

Yukarıda Batı Marksistlerinin örgütle ve pratik mücadele ile ilişkisini sorunlu bulduğumuzu ifade etmiştik. Bir soruyla bu sorunu ortaya koymaya çalışalım: Aydının örgütün temek meselelerine karışmadığı, örgütün de aydının ilgili alanlarına dokunmadığı bir model doğru mudur? Aynı anlama gelmek üzere aydın özelinde özgürlük-örgütlük ilişkisi nasıl kurulabilir?

Çulhaoğlu (2002: 27), aydını tanımlarken sık yapılan bir yanlışa işaret ediyor: Aydın toplumda hareketlilik ve belirsizlik değil “bir düzen, yerleşiklik, oturmuşluk ve akılcılık arar” Hareket ise o an için var olmadığına inanılan düzene ulaşmak için gereklidir. Aydının bu arayışını ilk etapta belirleyen kendi iç çelişkileridir, topluma uyum sağlayamadığı için uyum sağlayabileceği bir toplum arayışındadır (2002: 28).

Ancak aydın olmak için bu ilk aşamayı Çulhaoğlu’nun “dışa açılma” dediği ikinci bir dönemin izlemesi gerekiyor. Bu süreci belirleyen dinamikler hem aydına özgü olanlar hem de aydını kuşatan toplumsal-siyasal yönelimlerdir (Çulhaoğlu, 2002: 28). İkinci aşamada toplumsal formasyonla buluşan aydın kendi çelişkilerini makrolaştırır. Burada toplumsallığı kendi üretkenliği için vesile sayan aydın ile eyleme kendini aşarak ulaşan aydın arasında bir ayrıma gidiyor Çulhaoğlu. Konumuz açısından önemli olan örneğin Brecht gibi Batı Marksistleri birinciler arasında değerlendiriliyor. Burada Batı Marksistlerinin en azından bir kısmı (özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Marksizmle ilişkileri tamamen koparanlar) birinci gruptan sayılabilir.

Çoğu zaman aydının toplumsal eylemden bir “derinlik” arayışı sebebiyle koltuğunu görüyoruz. Elbette teorik üretim belirli bir yoğunlaşma, bu yoğunlaşma da zaman gerektiriyor. Dolayısıyla toplumsal eylemden kopuş bu anlamda da bir derinlik getirebilir. Ancak bu derinlik bütünlüğün, toplumsal formasyonun kavranmaması pahasına sağlanıyor; Çulhaoğlu’na göre bu bütünlükten kopukluk aydını “marazi ve nihiliste bir edilgenliğe götürüyor”(Çulhaoğlu, 2002: 31-32). Dahası toplumsal eylemden kopukluk her şartta derinleşmeyi toplumsal eylem ile ilişki de her durumda her durumda yüzeyselliğe getirilemez. Çulhaoğlu (2002: 34) buna rağmen Türkiye aydınında genelde böyle olduğu tespitini yapıyor ve bunun nedenini ise aydına içsel olarak aracılık misyonunun eksikliğinden görüyor.

Toplumsal eylemin tam göbeğinde bulunan ancak yine de “derinliğini” koruyan örnekler var. En bilineni Lenin. Çulhaoğlu’na göre Lenin’in özellikle “Ne Yapmalı”da dışarıdan bilince (aracılığa) yaptığı vurgu Rus aydınında aracılık misyonunun gelişkinliğinden kaynaklanıyor. Bu anlamda en basit anlamıyla pratiğe öncülük eden entelektüel olarak yorumlayabileceğimiz entiljansiya kavramının Rusya’dan çıkması şaşırtıcı değil. Türkiye aydını ise Rus aydınından farklı olarak entelektüel birikimi ile taşıyıcısı olduğu paradigma arasında “verimli bir senteze” ulaşamıyor (Çulhaoğlu, 2002: 35). Sosyalist aydının yaratılması için aydını kurama taşıyacak entelektüel birikimini ve aydının “içinde boğulmayacağı bir birikimle” buluşmasını sağlayacak entiljansiya özelliğinin sentezlenmesi gerekiyor (2002: 37).

Aracılık misyonunu kaybeden yalnızca Türkiye aydını değil. Bize kalırsa Batı Marksizminde olmayan ve bu düşünürleri örgütlü yaşamdan uzaklaştıran da budur. Dolayısıyla Çulhaoğlu’nun (2002: 40) aydın-Marksizm ilişkisinde Marksizmin değil aydının çözülüşüne çubuk büken yaklaşımını doğru buluyoruz. Aydın savruluyor, savruldukça Marksizmde eksiklikler arıyor. Peki, aydın neden savruluyor? Çulhaoğlu’na göre (2002: 40) İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra egemen ideolojinin saldırısı aydının savrulmasının temel sebebini oluşturuyor.

Şöyle söylüyor Çulhaoğlu (2002: 40):

Aydını yenen ideoloji, burjuva ideolojisinin başkalaşmış, popülerleşmiş, giderek bilimlere (siyaset bilimi, sosyoloji, ekonomi) sızmış, kısacası egemen ideolojiyle eklemlenmiş biçimidir. Bu bütünlük içinde bakıldığında, egemen ideolojinin, özellile II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından çok yönlü ve karşı konulması güç bir saldırıya geçtiğini görebiliriz.

Nedir aydını kuşatan bu egemen ideolojinin özelliği? Yukarıda kitlelerin Nazizmin peşinden sürüklenmesinin Batı Marksistleri için büyük bir karamsarlık yarattığına değinmiştik. Bu karamsarlığın bir sebebi de Nazizmin plebyen, aydın düşmanı ideolojisinin yaygınlaşmasıdır. Naziler, sözde halkçılık adına aydını aşağılayarak, kitlelerin aydına öfke ve şüpheyle yaklaşmasına neden oluyor. Bu aydın düşmanı plebyen ideoloji Soğuk Savaş dönemi Amerikası’nda doruğa ulaşıyor. Burada hedef alınan, dönüştürücülük misyonu yüklenen, “fikirlerini Moskova’dan edinen” yani doğrudan sosyalist aydınlar oluyor (Çulhaoğlu, 2002: 40-41). Dolayısıyla sosyalist aydın ulaşmaya çalıştığı ve uğruna mücadele ettiği halkın tepkisiyle çözülüyor. Çulhaoğlu (2002: 42) şöyle devam ediyor: “Bu çözülüş ve dağılışı yaşayan aydının ricat ettiği yeni kovuklarda belki plebyen tepki yoktur. Ama düzenin ideolojik saldırısının bir başka boyutu onu oralarda bulup yakalayacaktır.” Bu kovuklara çekilen aydının artık halka ulaşma amacı da kalmamıştır.

Bizce burada bir ek yapılması gerekiyor. Kendi adımıza halktan kopan aydının kendisi de bu plebyen tepkiden azade değildir. Aydının dönüştürücülüğüne, müdahalesine yani devrimciliğine yönelen bu tepki bizce aydının kendisinin de bu rolü “aşağılayan” bir konuma itmiştir. Örneğin ilerleme fikrine savaş açan Frankfurt Okulu düşünürleri bu biçimde değerlendirilebilir. Aşırı kapalı bir dil kullanan ve entelektüel alanlara sıkışan aydın devrimci kimliğiyle hesaplaşarak plebyen tepkiyi öz-yıkım olarak yeniden üretmiştir diyebilir miyiz?

Buraya kadar Batı Marksizmiyle doğrudan ilişkili bir aydın tartışması yaptık. Batı Marksistlerinin örgüt ve kitle ile kopukluğunu ilgili başlıkta incelemiştik. Bitirirken yeni bir siyaset ve örgüt kültürü için bu tartışmanın yapılması gerektiğini hatırlatalım. Yukarıda aydını kısaca içsel çelişkilerini dışsallaştıran kişi olarak tanımladık. Bu dışsallaştırmanın çok önemli bir aracının örgütlü siyaset olduğu kanısındayız. Ancak, bizce teorik üretimle iç içe olan, kimliğini bunun üzerinden tanımlayan aydının entelektüel değerinin örgüt içerisinde önemsenmemesi aydın için bir kimliksizlik ve misyonsuzluk sorunu yaratıyor.

Yani üreterek var olan aydın üretimlerinin siyaset ve örgüt ile bağlantısını kuramadığı noktada örgütlü yaşamdan da uzaklaşıyor. Dolayısıyla burada hem örgüte hem aydının kendisine rol düşüyor. Aydının özgürlüğünün bu anlamda serbestiye indirgemesine karşı çıktığımızı belirtelim. Macar Komünist Partisi içinde yer almaya devam eden ama üretimlerini örgütün siyasi çizgisiyle buluşturmayan, test edemeyen bu siyaseti eleştir(e)meyen Lukács ne kadar özgürdü? Ya da bu üretimlerle aynı düzeyde bir hesaplaşma ve etkileşim içine girmek yerine sessizliğe gömen parti ne ölçüde aydının özgürlüğünü önemsiyordur?

Çulhaoğlu (2002: 71) yeni bir aydın tipinin yaratılması için Gramsci’nin geleneksel-organik aydın ayrımını aşacak bir tipolojinin yaratılması gerektiğini ifade ediyor. Başka bir ifade ile sosyalist aydının entelektüel kimliği ile entiljansiya misyonunu birleştirmesi gerekiyor. Türkiye sosyalist hareketi, felsefeye değer veren ama derine sıkışmadan günceli yakalayan, örgütün ve pratik mücadelenin dışında kalmayan ve bu mücadeleyi teorik üretimi ve katkılarıyla besleyen yeni bir aydın tipine ihtiyaç duyuyor. Okuyan kişilerden sıkılan ve cahil insanları tercih ettiğini söyleyen rektörler çağında bilginin ve teorinin hakkını veren ve bunu pratikle buluşturabilecek yeni bir tipoloji çok daha fazla önem kazanıyor.

Kaynakça

Anderson, Perry(2011), “Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler”, İstanbul: Birikim Yayınları

Çulhaoğlu, Metin(2002), “Binyıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu”, İstanbul: YGS Yayınları

Lukács, György(2004), “Tarih ve Sınıf Bilinci”, İstanbul: Belge Yayınları

Gramsci, Antonio(2011), “Hapisane Defterleri”, İstanbul: Belge Yayınları