Bu yazının yazıldığı tarihten on gün önce Virginia Woolf’un 134, doğum günüydü. Virginia Woolf ardında birbirinden kıymetli ve özgün kitaplar bıraktı. Bu kitaplardan biri de günümüzde hala güncelliğini koruyan yakıcı bir sorun olan kadın yazarların az olmasına değinen “Kendine Ait Bir Oda”. Bu sorunun aradan geçen seksen yedi yıla rağmen hala yakıcılığını koruması bizim için devam eden bir mücadelenin konusuyken bir yandan da Woolf’un yeteneğini bir kez daha hatırlatıyor.
Woolf kitapta kadın ve kurmaca yazın konusunu kadınların neden kurmaca yazında erkekler kadar etkin olmadığı sorusu üzerinden işliyor. Örneğin, o dönem sürekli dile getirilen, “Kadınlar erkeklerle aynı ussal yetiye sahiplerse neden Shakespeare ile aynı dehaya sahip bir kadın yazar yok?” sorusu ve buna cevap olarak “Kadınların neden erkeklerle eşit seviyede olmadığını” anlatan argümanlar da kitapta bulunuyor. Woolf, böylece, soruya en gerçekçi cevabı “Kendine Ait Bir Oda” kitabıyla veriyor ve eşit olanaklara sahip olmadan kurmaca yazında eşit üretimin de yapılamayacağını ortaya koyuyor. Ancak kitap her ne kadar kadın ve kurmaca yazın üzerine yoğunlaşmışsa da aslında çok ötesine de değiyor ve güncel olmasını sağlayan da tam olarak bu.
Woolf; kuru bir şekilde kadınların o güne kadar neden kurmaca yazında erkeklerle eşit nitelik ve nicelikte üretimde bulunamadığını, cinsiyete dayalı toplumsal is bölümünün ve sınıfsal faktörlerin bunu nasıl etkilediğini anlatmak yerine edebiyat tarihinde pek az kişinin onun kadar iyi kullanabildiği bilinç akışı tekniğini kullanmış. Kitap, bu sorun üzerine yazmak isteyen bir kadının yaşadıkları ve düşünceleri üzerine kurulu. Yani karakterimiz, yazmak istediği sorunun, cevabın da yaşıyor, diyebiliriz.
“İster bana Mary Beton, Mary Seton ya da Mary Carmichael deyin – bunun hiçbir önemi yok.”1 diyor karakterimiz ve aslında burada anlatılanın herhangi bir kadının, Mary Beton ya da Mary Carmichael’in değil, üst sınıfa mensup olmayan, kendine ait bir odası ile aylık 500 poundu olmayan tüm kadınların hikâyesi olduğunu anlıyoruz. Bu sebepten ötürü yazı boyunca karakterimize “K” diyeceğiz.
K, kafasında kurmaca yazın ve kadın üzerine düşünceler ile konu üzerine daha derinlikli düşünecek ve bunları kâğıda dökecek bir yer ararken nehir kenarına gidiyor ve daha o an bir erkek tarafından yolu kesiliyor. “Yüzünde dehşet ve öfke ifadesi vardı. Akıldan çok içgüdü yardımıma koştu; o bir kilise görevlisi bense bir kadındım.”2 K’nın karşısına çıkan kişinin bir kilise görevlisi ve erkek olması rastgele seçilmiş değil elbette. Kişinin kilise görevlisi olması açıkça dinin kadınlarla olan kavgasını temsil ederken erkek olması da basit bir erkek düşmanlığından ziyade kamusal alanın “kadınlar” için rahatça gezilemeyecek, birisinin karşına çıkıp “Senin burada ne işin var?” bakışları fırlatacağı bir yer olmasını anlatıyor.
K sonrasında kadın ve kurmaca yazın çalışmasıyla ilgili araştırma yapmak için kütüphaneye gidiyor ve bu sefer de “Hanımların ancak bir bey eşliğinde ya da dekanlıktan bir tavsiye mektubu ile içeri alınabileceği” cevabını alıyor. Öğle yemeğine kadar bir saat vardır ve o bir saati yürüyerek değerlendirmeyi düşünen K, bir kiliseden müzik sesleri duyuyor ve bu sefer “Hakkım da olsa bu sefer içeri girmeye meraklı değildim, çünkü bu kez de beni zangoç durdurup vaftiz kâğıdı ya da tavsiye mektubu isteyebilirdi.”3 diye düşünüyor.
Bu noktaya kadar K, kurmaca yazın ve kadın üzerine düşünecek, yazacak, araştıracak bir yer ararken aslında gittiği her yerden bir kadın olduğu için uzaklaştırılıp bir türlü neden kadınların kurmaca yazında erkeklerle aynı nitelik ve nicelikte eser ortaya koyamadığını açıklayacak yazısını yazamıyor ve aslında, yukarıda belirttiğimiz gibi, sorunun cevabını da kendisi yaşıyor. Ve bu ironiyle Woolf, kadın ve kurmaca yazın üzerine yazacağı basit bir kitapla yapamayacağını yapıyor. Böylece kitabın kapsamı da bu noktada genişliyor. Buraya kadar ve bu noktadan sonra yazılan her şey sadece kurmaca yazın alanıyla değil hayatın her alanıyla ilintilendirilebilir. Kitabın güncel olmasını sağlayan da budur, çünkü kurmaca yazın alanında o dönemdeki kadar göze çarpacak bir fark bugün mevcut olmamakla birlikte K’nın ve birazdan geçeceğimiz Judith’in yaşadıkları bize yabancı gelmeyecektir.
Kurgunun en can alıcı noktasına, yani “Shakespeare’ in kız kardeşi” tezine gelecek olursak, Woolf o dönemin meşhur sorusuna “Shakespeare’in kendi ile aynı zekâ ve yeteneğe sahip bir kız kardeşi olsa ne olurdu?” sorusuyla cevap veriyor ve Shakespeare’in Judith adlı bir kız kardeşi olduğu varsayımını yapıyor. Büyük ihtimalle Judith’in Shakespeare ile aynı okula gidip onun gibi Latince gramer ve mantık üzerine okuyamayacağını, ne zaman eline kitap alsa anne ya da babasının odaya girip kitap kâğıtla uğraşana kadar ev işleriyle uğraşmasını söyleyeceğini, Judith’in on yedi yaşında evlendirilmeye çalışılacağını buna boyun eğmeyip Londra’ya tiyatro salonlarında çalışmak için gittiği takdirde ise ağzı bozuk ve kaba biri olan tiyatro müdürü tarafından bu çabasının gülünç bulunacağını ve büyük ihtimalle Judith’in bütün bunlara dayanamayıp intihar edeceğini, söylüyor. Kısacası Woolf kadınların kendilerine ait paralarının, odalarının hatta kendilerine ait bir yarım saatlerinin dahi olmadığı, oyuncaklarla oynamayı bırakır bırakmaz çocuk sahibi olduğu bir toplumda Shakespeare’in oyunlarından birini yazmalarının imkânsız olduğunu söylüyor.
Peki, Woolf kadınların kendilerine ait bir odalarının olmasına neden bu denli önem veriyor? Bu sorunun cevaplarından biri kuşkusuz ki sanat yapıtlarının ortaya çıkması için gereken nesnel ve sınıfsal koşullarla ilgili. Üretimde bulunmak isteyen bir kadının çalışacak bir odası olması gerekliydi. Ancak Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda” ile anlatmak istediği bundan çok daha fazlasıydı. Hayatın her alanında ya “birinin sevgilisi” ya “bir başkasının eski sevgilisi” ya “kutsal bir anne” ya da “harika bir eş” veya çalışıp para kazansa ya da üretimde bulunsa bile evdeki görevlerini de yerine getiren bir figür ya da bir seks objesi olan ama “sadece bir kadın” olarak düşünülmeyen, kendisi hariç her şey olarak adlandırılan kadınların kendilerine, “sadece kendilerine” ait bir alan açmalarından bahsediyordu Woolf.4 Sürekli bir eş ya da anne olmanın dayattığı yükler altında ezilmeye çalışılan kadının kendini var edebileceği bir özel alan… O kapının üzerindeki kilidin bağımsız düşünmeyi sağlayacağını söylüyordu Woolf.
Yazının amacı kitabın özetini çıkarmak olmadığı için sorumun güncel tarafına geliyoruz. Elbette bugün bir kütüphane ve yanımızda bir “bey” olmadan girebiliyoruz ya da artık kurmaca edebiyat alanında daha eşit olduğumuzu söyleyebiliriz. Kuşkusuz birçoğumuz yalnız kalabileceği bir odaya da sahip. Kitabın yazıldığı günden bu yana geçen seksen yedi yılda kadınların mücadelesi birçok sonuç verdi. Daha birkaç hafta öncesinde vizyona giren “Diren! (Suffragette)” filmi ile kadınların hakkı için nasıl zorlu bir mücadele verdiklerini gördük. O seksen yedi yılda dünyadan bir de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği geçti ve orada atılan, örneğin iş yerlerine kadın kotası konması, kadınların erkeklerle eşit ücret alması, boşanma hakkı vb. adımlar da kadın mücadelesindeki büyük bir ilerleme sağladı.
Ancak maalesef “Kendine Ait Bir Oda” hala güncel ve yakıcı. Çünkü içinde yaşadığımız sistem kendini farklı şekillerde dayatmakta usta. Belki şimdi K’dan farklı olarak bir nehir kenarında yürüyebiliyoruz ama bu sefer de karşımıza geçmiş “Gece üç’te sokakta olursan tecavüze uğrarsın.” diye tehdit ediyorlar bizi. Ya da belki artık odalarımız var evet, ama kaç kadın o odada salondan gelen “Yemeğin altını kıs, çayı demle!” sesi olmadan yalnız kalabiliyor? Judith’in karşısına geçip pis pis sırıtan tiyatro müdürü yok karşımızda ama hala birçok iş dalı için o “Kadın başınla nasıl yapacaksın?” bakışını tanırız. Küçük yaştaki kız çocuklarının evlendirilmesi ise hala ülkemizin bir gerçeği.
Woolf’un kitapta özellikle altını çizdiği kadınların anneliğin kullanılmasıyla hayatın dışına atılıp eve hapsedilmesi belki kitapta anlatıldığı şekilde değil ama başka yollarla hala güncelliğini koruyor. AKP iktidarı kürtajı devlet hastanelerinden fiilen kaldırarak özel klinikte kürtaj yaptıracak 1500 lirası olmayan kadınlara kürtajı fiilen yasaklayarak, anne olduktan sonra kadını ev içine hapsedecek doğum izni politikalarıyla, her kadından en az üç çocuk isteyerek ve buna vatana hizmet doğum kontrole vatana ihanet diyerek yapıyor bunu. En çok da genç kadınlarla kavgalı olduklarını hatırlatarak bitirelim. Mini eteğinden, kırmızı rujundan, sokak ortasında attığı kahkahasından vazgeçmeyen Gezi’de girdiği barikattan da çıkmayan genç kadınlar AKP iktidarı için iki kere tehdit çünkü. Bu yüzden kaş aldırıp aldırmadığımızdan kimle nerde ne zaman sokakta olduğumuza kadar yaşam tarzımıza müdahale etmeye çalışıyorlar. Hangi dinden olursa olsun din tüccarları bunu yüzyıllardır yapıyor tıpkı konumuz olan kitapta K’ya yaptıkları gibi. Ya da gerçekten Woolf’a yaptıkları gibi. Bugün bize yapmaya çalıştıkları gibi. Ama unuttukları şey şu ki bu sefer 90 kuşağına çattılar!