Devrim Mücadelesinde Laiklik ve Yaşarken Yazılan Marşlar

Yazımıza provokatif bir tezle giriş yapalım: Bugün laiklik, gerek gerçek hayattaki ve gerekse devrim mücadelesindeki anlamına uygun bir şekilde, kelimenin tam anlamıyla, ara yolların çıktığı ana arter olarak tarif edilebilir. Çok mu abartıyorum? İtiraz etmek için hiç mi hiç acele etmeyin.

Sorular sorarak ilerleyelim. Peki öyleyse, en kaba halini ortaokullarda öğrendiğimiz laiklik, sadece “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” mıdır? Bugün yobazlıkla mücadele neyi ifade ediyor? Güçlenme stratejisi ve bütünlüklü bir iktidar programı açısından neden önemli? Somut siyesi gelişmelerle devam edelim, Türkiye’de militan bir laiklik programına ihtiyaç varsa ve üstüne üstelik devrim mücadelesinde ara yolların çıktığı ana arter olduğu iddia ediliyorsa, son dönemde çokça tartışılan, iki gündemi, ODTÜ’deki mescit provokasyonunu ve Barış için akademisyenler girişiminin açıkladığı bildiriden sonra yaşanan gelişmeleri nasıl okumak gerekir? Soruyu biraz daha zorlaştıralım, iki gündem arasında, çıkış noktası “üniversite” olması dışında, siyaseten nasıl bir bağ var? “Erdoğan, Erdoğan” seslerine, kendilerini her tartışmada, her yazıda sık sık andığımız liberallerimize atıfla, bir da değiştirerek “evet, ama yetmez” ile karşılık veriyorum. Yetmiyorsa, başlayabiliriz, ilk önce laiklin “anlam ve önemi”!

Bir Kavramı Yeniden Düşünmek/Üretmek: Laiklik

Ilımlı İslam ile radikal İslam arasındaki ayrımın giderek silikleşmesiyle, laikliğin adını daha çok duymamız, eş zamanlıdır; ne kadar çok yobazizm, o kadar çok laiklik de diyebiliriz. Çocukluğumuzda, siyasal İslam’a dikkat çekiliyor ve laikliğin önündeki en önemli tehlike olarak gösteriliyordu. Sebebi ise “din ve devlet işlerini birbirine karıştırmamak gerek” diye açıklanıyordu. Bugün geldiğimiz noktada, bu itirazların buharlaştığını görüyoruz; ne yazık ki, hep birlikte laikliğin ruhuna fatiha okur haldeyiz. Fakat 12 Eylül darbesiyle birlikte yürürlüğe konan, AKP eliyle sınıf atlayan islamizasyon, siyasal ve toplumsal alanı her türlü zor gücünü kullanarak dönüştürmeye çalışırken, karşısında oluşan, cumhuriyetçi, laik direnci kırmak, dağıtmak bir yana, onun önündeki radikalleşmek dışındaki bütün seçenekleri de tüketiyor. Nereden çıkarıyoruz? Bahsettiğimiz hattın, Türkiye siyasetine müdahil olduğu momentler diyince aklımıza Cumhuriyet Mitingleri ve Haziran İsyanı geliyor. Bu momentler aynı azmanda giderek radikalleşen bir kuvvetin dışavurumlarıydı, anlamlarını burada görüyoruz. Bugüne gelecek olursak, sık sık kullandığımız bir kavramın, devrim mücadelesinde olmazsa olmaz diye tabir ettiğimiz laikliğin, mücadelede artık herhangi bir etkisi olmayan yorumları ve Anayasa tartışmalarıyla birlikte son dönemde gericilerin diline tekrar doladığı aşırı “özgürlükçü” yorumları, yanının bu bölümü için çıkış noktası oluyor.

***

Önce Sherlock Holmes… Arthur Conan Doyle’un kaleminden çıkan, zekâsıyla okuru büyüleyen kahramanımızdan başlamak hayli ilginç olacaktır. Ancak söz konusu insan aklının düşünme sistemiyse, kavramın en ileri karşılığını onda görüyoruz. Başka bir yazıda Sherlock’un bu özelliğini detaylıca incelemeyi düşündüğüm için sözü daha fazla uzatmıyorum. Kahramanımızın bu yazı için en önemli özelliği, karşılaştığı her durumda, pratiğin önüne teoriyi koyuyor olması. Bunu özellikle belirtmemizin sebebi, laiklik kavramını ilk önce teorik olarak incelememiz ve bütünlüklü bir güçlenme stratejisi için yaklaşım üretmemiz/oluşturmamız gerektiğidir. Zira Türkiye’de en çok tahrif edilen bir kavramdan bahsediyoruz; sadeleştirmek ve yeniden üretmek bu anlamda zaruridir.

***

Laiklik nedir, ne değildir? Laiklik, herkesin diline pelesenk olmuş ve herkesin birbirine vâz ettiği gibi sadece “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” mı? Laikliğin bu arkaik yorumuna karşılık, sade bir dille tarif yapacak olursak, insan aklının düşünmesi önündeki bütün engellerin ortadan kaldırılması, insan aklının özgürleşme mücadelesidir diyebiliriz. Bu tanımı referans noktası kabul ediyoruz.

Yobazlar ve onları uzun süre “demokrasi kahramanları” olarak pazarlayan liberaller, laik düzende kendilerine yer açmak/açtırmak, Cumhuriyet’i yıkmak için “din-devlet” tezini bilinçli bir şekilde manipüle ettiler, adına “dine özgürlük laikliği” dediler, alıcısı bol olsun, biraz da sol görünsün diye göbek adını “özgürlükçü laiklik” koydular. Bu özgürlükçü laikliğin gerçek hayattaki karşılığı neydi: Küçücük kız çocuklarına imam nikâhı kıyılabilmesi, çok eşliliğin önündeki engellerin kaldırılması, kadınların toplumsal hayatın dışına itilmesi, üniversitelerin külliye, modern ortaöğretim kurumlarının yerlerinin imam-hatiplere, sıbyan mekteplerine devredilmesi, kısacası kamusal alanı dinin belirlemesi… Bütün bunlar ne de olsa Anadolu’nun gerçekliğiydi! Hararetle savundukları özgürlükler kapısının ise ortaçağa açıldığını da elbette ki biliyorlardı. Ancak ne de olsa özgür bireyin “kazanımlarından” bahsediyoruz. Peki, bütün bunlarla, insan aklının düşünmesi önündeki bütün engellerin öyle ya da böyle kaldırılması arasında nasıl bir ilişki var? O zaman, çok yanlış bilinen ve ısrarla yanlış dillendirilen, hatta yer yer soldan da destek alan bir tarifi düzelterek devam edebiliriz. Laiklik, “herkesin dinini yaşama özgürlüğü” değildir, bunu pratiklerle de görmüş ve öğrenmiş olduk: laiklik, insan aklını özgürleştirmek için toplumsal alandaki din tasallutunu ortadan kaldırmak zorundadır. Bu yüzden siyasal islamla birlikte düşünülemez, “inanç özgürlüğü” kılıflı yorumlarla yama edilemez. Ya yobazlık ya laiklik diye ayırıcı düşünmek gerekir, ihtiyacımız olan yaklaşım budur; aksi bütün yorumlar ise ilkinin utangaç savunusudur. Gerçek inanç özgürlüğü, dinin, ancak ve ancak, sermaye ve siyasetle bağı kesilmiş bir şekilde laik düzende mümkündür. II. Mahmud’a atfedilen “ben tebaamdan Müslümanları camide, Hıristiyanları kilisede, Yahudileri havrada görmek isterim” sözü, bu anlamda tanımımıza yakındır.

Laiklik, yobazlıkla verilecek mücadelede bu şekilde net tariflenmek zorundadır. Bu kadar mı, elbette değil. Üzerine daha fazla düşünmeye, daha çok üretmeye ihtiyacımız var…

Devam edersek, laikliği sadece teorik olarak ifade etmek tek başına bir anlam ifade etmiyor, onu aynı zamanda içinde yaşadığımız dönemde gelişen siyasi süreçlere yönelik devrimci bir yaklaşım, bir okuma biçimi olarak da değerlendirmemiz, işlevlendirmemiz gerekiyor. Elbette ki sınıfsal tarafını daha çok görerek.

Son dönemde epey gündem olan ODTÜ mescit provokasyonunu ve Barış için akademisyenler girişiminin deklare ettiği bildiri sonrasında gelişen süreci, bu eksende nasıl okuyabiliriz peki?

İki Farklı Saldırı, Tek Bir Okuma

ODTÜ’deki provokasyonda “bir tane daha mescit istiyoruz” ibaret gösterildi; doğru değerlendirebilmek için bir süreci birlikte görmemiz gerekiyor. ODTÜ saldırısı, sıradan ve münferit değildi, üniversite merkezli bakarsak, dönem başından itibaren İstanbul Üniversitesi’nde IŞİD yanlılarının üniversiteye ve üniversite öğrencilerine yönelik saldırıları ardından öğrencilerden sert karşılık gördüklerinde, buradan mağduriyet çıkarmaları ve bir anda “islama saldırı var” edebiyatı üzerinden bütün yobazları “saldırıya karşı” toplanmaya çağırmalarından itibaren ele alabiliriz. Bu sürecin özellikle dikkat çeken tarafı, bu tür konularda bugüne kadar el altından, gizli saklı yardımda bulunan iktidarın, artık açıktan ve her anlamda desteklemesi, kol kanat germesiydi. Sonrasına dair fazlasıyla ipucu barındırıyordu.

ODTÜ’de üniversite öğrencileri, Ahmet Hakan’ın da köşesinden gericilere verdiği desteğe, “IŞİD’e katılan ODTÜ’lü Raşit Tuğral’ın hikâyesini bilmiyorsunuz sanırım. Ya da biliyorsunuz ama hatırlatmak işinize mi gelmiyor? (…) Sadece IŞİD değil, cihat adı altında Suriye’de savaşan ve IŞİD’den hiçbir farklı olmayan grupların propagandası bu mescitlerde yapılıyor. Bu gruplara yardım götüren İHH bu mescitlerde var olmaya çalışıyor”1 diyerek cevap verdiler. Mescitlere biçilen dokunulmazlık ve “inanç özgürlüğü” ile radikal islama açılan kapı arasındaki bu bütünlüğü kurmamız gerekiyor.

Benzer şekilde, Barış için akademisyenler girişiminin Güneydoğu’daki iç savaşı andıran tabloya karşı düşüncelerini ifade ettikleri bildiriye yönelik, organizasyonu doğrudan iktidar eliyle olan saldırı da bu sürecin dolaylı yoldan bir sonucuydu. Bildirinin içeriğinin, yanlış veya doğru olması bir yana, yapılan şey anayasal çerçevede gayet meşruydu. Hatta bahsi geçen bildirinin içeriğinin, iktidar partisinin bir önceki hükümet programında yer aldığını biliyoruz.2

Şunu görüyoruz, tartışmamız özgürlük değil, bu çok açık. Toplumsal alanı dini referanslara göre düzenlemek isteyen siyasal islamın, üniversiteyi baskı altına almak, kendi düşünsel sınırları içerisinde yeniden üretmek için yaptığı bütünlüklü bir müdahaledir. Üniversite kulüp ve toplulukları da açıkladıkları bildiride bu durumu işaret ediyorlardı.3

Mesele özgürlüklerse eğer, ilkine tanınan özgürlük (ki bu özgürlükten başka her şeye benzemektedir), ikincisinde akademisyenlerin kendilerini ifade etmesi noktasında adeta buhar olmuş, gökyüzüne yükselmiştir.

Burada üretilen çekinceler için parantez açmak gerekiyor. Bildiri altında imzası olan, bir dönem AKP’yle el ele veren liberalleri göstererek, solda “kaçış” siyaseti meşru kılınmaya çalışılıyor. Net olmak gerek, liberallerin işledikleri günahlar ve en çarpıcı örneği olan Cumhuriyet’i yıkmaya soyunan yobazlara yardıma koşmaları unutulacak cinsten değildir, unutulmaması gerekir. Fakat önceki döneme göre etki alanını büyük ölçüde yitirmiş bir toplamı da her fırsatta “ama onlar…” diyerek yüksek görmemek gerekir. Bunun anlamı elbette ki liberalleri aklamak değildir, en azından biz buna niyetli değiliz; esas sorun Türkiye sosyalist hareketinin kendi özgün güçlenme stratejisini henüz belirleyememiş olmasıdır. Buraya geleceğiz ve şimdilik parantezi kapatıyorum.

Programın Karşısına Program Çıkarmak

İki gündemin çıkış noktasında da program olarak siyasal islamı görüyoruz.

Burada, yemek tarifi verir gibi “azıcık şundan, biraz da bundan” gibi bir tanımlamadan ziyade laiklik programını oluşturmak için kuşağımızın neye/nelere ihtiyacı var ve nasıl yapmalı sorularını açmaya çalışacağız.

Karşısında oluşturulması gereken laiklik programına gelince… Çok yol kat ettik, çok da gerisine düştük. Cumhuriyet’in kazanımları üzerinde yapılan tahribatı, “olan oldu, biten bitti, artık önümüze bakalım” diyerek görmezden gelemeyiz. Mevcut durumun geldiği noktada başta laiklik, cumhuriyet gibi değerler, artık düzen dışı talepler haline gelmiştir. Bu saatten sonra, bu tabloya bakıp bakıp ağlanıp sızlanmanın ötesinde artık bu mirası geleceğe taşımanın, tarihsel bir sıçramanın bir parçası haline getirmenin yollarını aramamız, bulmamız gerekiyor.

Yeni Yazılar’ın bu sayısında Yalçın Küçük ile yaptığımız röportajdaki bir noktayı burada da vermek istiyorum. Türkiye’de devrimci bir çıkışı örgütleyecek olan kuşağın öncelikle üç şeye ihtiyacı var: Bir, ütopyaya, yarına, iktidara dair hayal kurmasına, iki, bunu gerçek kılmak için korkusuz olmaya ve üç, en başta reddetmeye. Ülkemize biçilen yobazizmi reddedeceğiz, alışmayacağız, başka bir Türkiye’yi düşüneceğiz. Bu üç temel özelliği, kuşağımızın karakteri haline getirmemiz gerekiyor, not ediyoruz. Bununla birlikte, yıkıcılık ve kuruculuk bağlamında şekillendirilmiş bir devrim stratejisini ve iktidar programını düşünmemiz, kurgulamamız gerekiyor; sürekli değindiğimiz gibi, yeniden ve yeniden üretmemiz şarttır.

Sıfır noktasında değiliz. Bir yanımızda Cumhuriyet kavgasıyla birlikte kazanılan değerler, diğer yanımızda, tarihinde zaman zaman yükselişe geçmeyi başarabilmiş, gerçek bir odak haline gelebilmiş ve bu anlamda ardında deneyimler bırakabilmiş Türkiye sosyalist hareketinin mirası… Buradan bakınca elimizin kuvvetli olduğunu, bütün bunları bir araya getirebilecek, bir hedefe yönlendirebilecek bir kurguya ihtiyacımız olduğunu söyleyebiliriz.

Bütün bunları alt alta yazıp topladığımızda laiklik programının ana hatlarını yaratmak için nelere ihtiyacımız olduğunu çıkarabiliyoruz.

Yeniden ve Yaşarken Yazılan Marşlar

Ey vatan!

Gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz!

Devrimin muhasebesini yapan kuşağa gelirsek…

90 kuşağı, diğer adıyla Haziran Kuşağı… Türkiye’de bir kuşak olarak adını ilk defa YGS eylemleriyle duyurdu. Sadece bir hak aramanın ötesinde, çalınan geleceğinin siyasi sorumlularını doğrudan karşısına almıştı ve bu durum yarına dair olan iddialarının serpilip gelişmesi açısından çok önemliydi. Sonra, ODTÜ’ye işgal görüntülerine andırırcasına çıkarma yapan zata, ODTÜ’nün öyle kolay kolay teslim alınamayacağını gösterdi üniversitesini savunarak. ODTÜ Ayakta diye yer etti hafızalarda. Reyhanlı’da patlatılan bombanın, Döne Ana’nın çığlıklarının ardından kameralar karşısında sırıtan Başbakan’dan, iktidardan hesap sormak için sokağa çıkarken öfkesine tanık olduk. Haziran 2013’e gelindiğindeyse, kuracağı ülkenin ilk nüvelerini, her anlamda, Gezi Parkı’nda yaratıyordu.

Yürü, bu yol şeref, zafer yolu,

Karşısında bekliyor seni tanyeri.

Yürü, atıl, devir karanlığı,

Durma yürü haydi hep ileri!

Yeni bir dönemi açabilmek… Karşımızda bir programın oluşundan, yobazizm programının varlığından bahsettik. Öyleyse, kuşağımızın yeni bir dönemi açabilmesi için mevcut olanının karşısına programla çıması gerekiyor. Yobazlığın karşısına çıkaracağımız program tartışmasız laiklik olmalıdır. Yazımızda bu anlamda kavramın bizce ne ifade ettiğini, neden başa yazılması gerektiğini, güncel siyasi gelişmelerle olan bağını açıklamaya çalıştık. Yazılacaklar sadece bu kadar değil; daha çok düşünmek, daha fazla üretmek zamanı gelmiştir.

Kuşağımızın, tarihe adını bir devrimle birlikte yazdırmasının önünde artık yalnızca, yazının en başından beri altını ısrarla çizdiğimiz, güçlenme stratejisi ve bütünlüklü bir iktidar programı oluşturmak kalıyor. Bu iki başlığı, bir bütün halinde düşünmek gerek; devrimci sosyalist hattı kurmak sorumluluğunun kuşağımızın omuzlarında olduğunu unutmadan.

Dipnot

  1. https://gencgazete.org/bir-odtuluden-ahmet-hakana-7-yanit/
  2. https://odatv4.com/akademisyenlerin-talebi-bir-onceki-hukumetin-programinda-var-1501161200.html
  3. https://gencgazete.org/kulup-ve-topluluklardan-ortak-aciklama-universite-teslim-olmayacak/