Sağır Bir Cemiyette Ölmek: Halit Asım – Ömür

Halit Asım’ın yazılmış tüm şiir, mektup ve düzyazı-şiirlerinden oluşan Ömür kitabı geçtiğimiz ay Ve Yayınevi’nden çıktı. Şairin 1940 yılında yayımladığı kitap, bugüne kadar tekrar basılmamış; hatta hiçbir Türk Edebiyatı antolojisinde de şiirlerine rastlamak mümkün olmamıştır. Bunun birçok nedeni olmakla birlikte, biri, şairin çok genç yaşta ölmesi ve şiirini ilerletip sivriltememiş olması. 1918 yılında Burdur’da doğan şair sekiz yaşında yakalandığı hastalık yüzünden hayatı boyunca kalp ağrıları çekmiş, 23 yaşında kitabı basıldıktan bir yıl sonra hayatını kaybetmiştir. Şairi incelemeye başlamadan önce şunu belirtmekte fayda var: Halit Asım’ın şiirleri, günümüz güncelliğinde bize yol açacak ya da bugüne dek fark edilmemiş yeni yöntemler gösterecek şiirler değil. Bizim şairi işlemekteki asıl amacımız, edebiyat tarihi yazımının üzerinde durma isteğimiz ve bu tarihin yazımında bir dönemin öznesi ve öncülü olabilecek şairlerin tarihin dışına kalarak unutulması ve hasıraltı edilmesidir. Bunun karşısında yazılmış tarihi tekrar yazmak ve bunu okuyucuyla paylaşmaktır.

Örneğin, bugün edebiyatımızda sürrealizmi incelemeye kalktığımızda, akımın öncüsünün Ercüment Behzat Lav olduğunu; başarılı ilk örneklerini verenlerin ise İkinci Yeni Şairleri olduğunu okuyoruz. Oysa bilinenin aksine sürrealizmin edebiyatımızdaki ilk temsilcisi Halit Asım’dır. Üstelik tarih yazımındaki bu hata yalnızca bizim edebiyatımızda değil, aynı zamanda sürrealizmin doğduğu topraklar olan Fransız Edebiyatı’nda da karşımıza çıkıyor. Halit Asım’ın üzerine bir şeyler söylemiş çok az sayıdaki yazar da onu belli açılardan bir Fransız şaire, Lautreamont’a benzetmiştir. Biz de Edebiyat tarihi yazımını ele almak için şairi incelemeye Lautreamont ile karşılaştırarak başlayacağız.

Fransa’da sürrealist şiirin, 1924’te Fransız şair Andre Breton tarafından kaleme alınan Sürrealizm Manifestosu ile doğduğu herkesçe bilinir. Oysa, ancak son dönemlerde adına rastlayabildiğimiz bir şair daha vardır ki kronolojik olarak da sürrealist şiirin ilk örneklerini verdiği için de Breton’u öncüler: Lautreamont.

Lautreamont 1846 doğumlu bir Fransız şairdir. Fransız sürrealizminin ilk örneklerini, Maldoror’un Şarkıları adlı altı şarkıdan oluşan kitabı ile vermiştir. Ancak o da Halit Asım ile aynı kaderi paylaşmış ve 23 yaşında ölerek hasıraltında kalmıştır.

“Sen, ey okur, bu yapıtın başında kine başvurmamı istersin belki de! Güzel ve kara bir havada,

tıpkı köpekbalığı gibi engin bir kösnüye gömülmüş durumda sırt üstü devrilip, gururla, geniş ve

ince burun deliklerinle istediğin kadar kini içine çekemeyeceğini kim söyledi sana, eğer bu

eylemin önemi kadar senin o kızıl kokulara olan haklı iştahlının önemini de ağır ağır ve görkemle

anlıyorsa? Daha önce eğer Tanrı’nın lanetli vicdanını arka arkaya üç bin kez içine çekmeye

kendini kaptırmazsan, inan bana ey canavar, çirkin suratının o iki biçimsiz deliğini eğlendirecektir

o kokular.”

Maldoror’un Şarkıları’ndan alıntıladığımız dizelerin, insanın kötü huylu doğduğu ancak toplum normları içerisinde bu yönünü bilinçaltına bastırdığı teziyle yazıldığını görüyoruz. Zaten bilinçdışı bir unsurun, yani insan bilincinin altında yatan bu “kötü doğa”nın işlenmesiyle metnin sürreal öğeler barındırdığını söyleyebiliyoruz. Bunu yanı sıra şair, “kötü”yü hatta “katil”i çağrıştıran “köpekbalığı” benzetmesi ile insanın içindeki “canavar”ı vurgulamış, “Tanrının lanetli vicdanı” ile de insanın bu canavar yönünü bastırmasındaki dini ve ahlaki kuralların rolünü göstermeye çalışmıştır.

Şairin uyguladığı psikanalizin yanında değinmek gereken diğer önemli nokta, kitabın düzyazı-şiir biçiminde yazılmış olması. Çünkü bu biçim de yani şiirin düzyazıya çağrışımlar ve imgeler ile yakınlaştırılması, kendini aynı şekilde, Andre Breton ile duyurmuştur.

Halit Asım ile karşılaştırarak ilerleyecek olursak, ona baktığımızda da ne yazık ki aynı olguyu göreceğiz.

Kimi mektuplarından alıntı yaparken bir amacım da bu mektupların şiirselliğini, giderek çoğunun ya da birçok parçalarının düzyazı şiir olduklarını göstermek içindi. Abartıyorsun denecektir; olsun: Maldoror’un şarkıları gibi.”

Arif Damar 1989’da Gösteri dergisinde yayımlanan yazısında Halit Asım’ın mektuplarından bu şekilde bahsetmektedir. Arif Damar’a bir alıntı ile hak vereceğiz:

Niyazi dertliyim. Katıksız ruh haletimi duymalısın. Yanı başımda imişsin gibi konuşacağım. Tozlu bir resmin dişi hüznüne avuç avuç yem atan günler içindeyim. İmkansız bir dostlukta kalan ruh, mahpus dünyasında kendini harcar ve tüketir.

Gül… Kurtulmak istediğim bir baş ağrısı…

Sü, ebedi bir düşman…

Rah… Beyhude olmayan yegane duygu.

Çerçevelerin dışında nihayetsiz davetlerin kızıl raksı duyulur.

Bu raks ve kızıllık Rah… imiş meğer.

Bu an insanın ya tam bir bütün olduğu veya sonsuz dağıldığı andır.”

Şairin 1940 tarihli mektubundaki kapalı anlatım tarzına, yani verilmek istenen mesajın serbest çağrışımlarla sağlanmasına ve “tozlu bir resmin dişi hüznü”, “avuç avuç yem atan günler” vb. kişileştirmelere baktığımızda mektubun dilindeki şiirselliği ve çağrışımları rahatça fark edebiliyoruz. Kanımızca anlatıcı, örneğin, “tozlu resim” imgesi ile geçmişten kalan bir hatıraya gönderme yapmakta ve bu hatıranın yine kişinin bilinç dışında yatan “dişi” hüznünü vurgulamaktadır.

Ayrıca “Gül…” ve “Rah…” sözcüklerinin kullanımındaki duraksama ve tekrarlar, dizelerin uzunluk ve kısalıkları da şiirin ritim öğesini anlatıma yediriyor ve çok parçalı bir anlatım ortaya çıkarıyor diyebiliriz.

Oysa yine bizim bildiğimiz kadarı ile Türk Edebiyatı’nda düzyazı-şiir denemeleri Servet-i Fünun’a kadar dayandırılsa da ilk örneklerini özellikle Edip Cansever, Turgut Uyar ve diğer İkinci Yeni şairleri ile görmek mümkün oluyor.

İkinci Yeni’nin kullandığı dil hepimizin bildiği gibi ne alışılmış şiir dili ne de konuşma dilidir. Kelimelerin anlamları açık olmamakla birlikte anlatıcının zihninin ardında gizlidir. Bu da okuyucu için “serbest çağrışım” tekniğini ve şiirin düzyazıya yaklaşmasını beraberinde getirir. Bu yüzden İkinci Yeni şiiri halen anlamsız olmakla eleştirilir. Bunun yanı sıra şairlerinin resmi şiire dökmek gibi bir yöntemleri de vardır. Örneğin, Cemal Süreya’nın Yazmam Daha Aşk Şiiri de Marc Chagal’ın bir resminden etkilenerek yazılmıştır. Bu veriler, bugün edebiyatımızda sürrealizmin neredeyse sadece İkinci Yeni şairleriyle anılmasına yeterli oluyor.

Ancak düzyazı-şiir biçiminin yanı sıra -yine Lautreamont ile benzer olarak- psikanaliz yöntemi uygulayarak şiir yazan ilk şairimiz de Halit Asım’dır.

Şiir…Konuşmanın ve zaman zaman susmanın, gülmenin şiiri…İniyoruz, kapalı kapıların arkasındaki dünyaya iniyoruz… Şarap, kadın, kir, sefalet, safahat… Tiksintinin ve acımanın şiiri.”

Yukarıdaki alıntıya bakarak şairin, 1939 tarihli mektubunda şiir anlayışını “kapalı kapıların ardına inmek” olarak açıkladığını söyleyebiliriz. Yine Lautreamont ile benzer şekilde, şaire göre de kapının ardı yani insan zihninin arkası çeşitli kötülüklerle, sefalet ve kir ile doludur.

Ancak belirtmekte fayda var: Yaşama olan inancını Lautreamont gibi yitirmemiştir şair ve mektubun devamında tabiatın denizi, yeri, göğü ve kuşlarıyla bir o kadar zengin, renkli ve ilahi olduğunu söyler.

Mayıs gecelerinin mavisi

Baygın menekşeler rüyasıdır

Seslerle renklerin sevişmesi,

Korkuların sevinç hülyasıdır.”

Yukarıda Mavi şiirinden alıntıladığımız dörtlüğe baktığımızda, hikayedeki öznelerin (Mayıs gecelerinin mavisi ve seslerle renklerin sevişmesi) bir uyku halinde ortaya çıktığını göreceğiz. Freud’a atıf yaparak belirtelim, bu uyku halinde ortaya çıkan ise —psikanalizde de olduğu gibi- bir cinsellik öğesi, yani “seslerle renklerin sevişmesi” olmaktadır.

İçimde yok muhacir kuşların

Maviliklere düşmek korkusu.

Bu renk, o uçsuz okyanusların

İpek yelkenlerdeki uykusu.”

Şiirin ikinci dörtlüğüne baktığımızda ise bu uyku halinin anlatıcıya cesaret verdiğini ve şiirin ana öznesi mavi renginin yine bir uyku haline bağlandığını göreceğiz. Kısaca şiir biçiminde yazılmış bir metin ile, şairin şiirlerinde de psikanaliz yöntemini kullandığı ve şiirinin sürreal öğeler içerdiğini örneklemiş olduk. Bu olgudan yazının ilerleyen kısmında tekrar etmeye gerek yok diyebiliriz.

Halit Asım’ın, imgelemiyle sembolist şairleri özellikle Ahmet Haşim’i ve Baudelaire’yi ve anlatımda kullandığı yöntemlerle Freud’u iyi okuduğunu görebiliyoruz. Buradan yola çıkarak şairin aynı zamanda iyi bir okuyucu olduğunu belirtmekte fayda da var. Çünkü sadece etkilendikleri şairleri değil aynı zamanda dönemin toplumcularını da iyi okumuştur. Özellikle Nazım’ın şiirlerini ve oyunlarını çok iyi takip etmesine rağmen şair, gariptir ki bu toplumcu gerçekçilik rüzgarından etkilenmeden şiirini üretebilmiştir. Ancak önemli ölçüde, bunun yüzünden silinip giden bir isim olarak kalmıştır diyebiliriz.

Dilerseniz Halit Asım şiirinin politik eleştirisine geçmeden önce dönemin edebiyat ortamına bir göz atalım:

“Halit Asım’ın yazınsal yazgısının da anlaşılmamak unutulmak olacağını baştan söylemiştim. O kan ve ateş yıllarında başka nasıl olacaktı? Dünyamız, yeryüzü yanar yakılırken herkes toplumsallaşmıştı. Ne kadar içten ne kadar derin olursa olsun tek insanın acılarına, sorunlarına yer yoktu. Şiir de doğrulmuş, silahlanmıştı. Cephelerdeydi.”

Dönemin edebiyat ortamını Arif Damar yukarıda bahsettiğimiz yazısında bu şekilde özetliyor. Dönem İkinci Dünya Savaşı’nın başlarıdır. Ulusal bir dilin şiirsel inşasını üstlenen ve okuru yormayan anlatımıyla Garip akımının; şiirlerinin neredeyse hepsinde “ölüm korkusu”nu işleyen Cahit Sıtkı’ya bile “Yumruğunu gösterme işçi kardeş!” dizeleri ile şiir yazdıran toplumcu rüzgarın, diğer bütün şairleri gölgede bıraktığı bir dönemden bahsediyoruz. Dönemin Nurullah Ataç gibi önemli eleştirmenlerinin de desteklediği bu yaklaşımın Halit Asım’ı da gölgede bırakmasına şaşırmamak gerekir. Öyle ki dünya edebiyatı da dahil, -Louis Aragon gibi- sürrealist şairlerin de toplumcu rüzgara eğilim gösterdiğini ve şiirlerinin buraya evrildiğini biliyoruz.

Halit Asım’ın şiiri ise bu anlamda toplumsallaşamamış bu yüzden de örneğin Ahmet Haşim gibi, o da dönemi içerisinde gölgede kalmıştı. Ancak şair, dönemin sembolist şairlerinden farklı olarak, şiirinde toplumla buluşamamış olsa da politik bir kavga vermiştir. Bu da “Ölü çiçekler yığını cennet” ile olan kavgasıdır.

“Kanımda süzgün gözlü şeytanlar

Ve azat edilmiş avuçlarım

Allahsız hatıralar ararım”

Sürrealist şiirden ve özellikle, ölüm temasından bahsedince, bu-gün çoğumuzun aklına gelecek olan, mistik inançlar ve doğaüstü varlıkların şiiridir. Oysa Halit Asım’ın şiirinde, yukarıdaki alıntıdan da anlayabileceğimiz gibi, böyle bir tapınma havasına rastlamayacağız. Düşünülenin aksine şair dinci ve tutucu bir insan değildir. Öyle ki hastalığı yani hayatı boyunca dini inancı ile hep bir çatışma içinde olmuştur. Tanrı inancını reddetmemiş fakat bu “olgun temaslara kapalı ahret” inancının, kendisi istemeden, zorla sunulduğunu da saklamamıştır. Zaten psikanaliz yöntemini kullandığı için şair, “günah”tan hiçbir zaman korkmamış, şiirlerinde kadın ve cinsellik öğelerin sıkça kullanmıştır.

“Sensizim ey cömert dişilik,

Dinmiyen bir ağrı yaşamak böyle.

Sütünü esirgeyen meme, söyle,

Var mıdır “Öte”de yer bir kişilik?

Kör ol aşkın velût göz bebekleri,

Tıkıyor beni verdiğim her yudum.

Kafamdaki hudutsuz hain şehri,

Bu derin uykusunda parçalasam diyorum.”

Yukarıdaki dizelerde görebileceğimiz üzere şair, Tanrı’yı sütünü ondan esirgeyen bir “dişi” olarak betimlemiş ve verdiği her şeyin onu tıkadığından bahsetmiştir. Tanrıya isyan ettiği yetmez gibi, bunu, Tanrıyı bir dişiye benzeterek yapması dönemin dinsel şiir anlayışı için aykırı bir tutumdur.

Şairin genellikle ölüm temasını ele aldığını düşündüğümüzde ise; bu “ölüm”ün, benzer temada şiirler yazan dönemdaşları ile aynı biçimde işlenmediğini göreceğiz. Örneğin Necip Fazıl Kısakürek… Halit Asım’ı bu açıdan Necip Fazıl’a benzeten yazarlar da mevcut. Oysaki Necip Fazıl’ın ölüme bakışı “Ölüm güzel olmasa ölür müydü peygamber?”dir. O, ölümü müjdeli bir haber olarak görür. Diğer bir dönemdaşı Cahit Sıtkı Tarancı ise yaşama öyle bir bağlıdır ki onun için “Her mihnet kabulüm yeter ki gün eksilmesin penceremden.” der. Ancak Halit Asım’ın yaşama ve ölüme yani hayata bakışı; ne meleklere ve cennete kavuşma isteği ne de yaşamak uğruna her onursuzluğu göze almak olacaktır.

Biz en güzel maceralarda uyanıkken

Bir veda sayıklamasında söylenecek adımız..

Varsın bir ömür vakit kalsın sabaha;

Tekin olmayan pınarlar gibidir.

Çılgın ayaklar ile içimde rakseden

Mübarek ölülerdir.

Ki turnalar dönmedi bir daha”

Hayatı boyunca çektiği hastalığa rağmen onun hayata bakışı en güzel maceralarda uyanık olmaktır. Adı nerede söylenirse söylensin ne kadar ömrü kalırsa kalsın öldüğünde bile dans edecektir genç şair. Kendisi de ölüm korkusunu yine arkadaşı Niyazi’ye yazdığı bir mektupta şöyle haykırır:

“Niyazi, sağır bir cemiyette ölmek korkusu var içimde!”

Şairi sadece hayata ve ölüme bakışı ve alıntıladığımız dize ile değerlendirdiğimizde dahi, onun hayattan ve insanlardan kopuk olmadığını; toplumcu rüzgara dahil olmamasına rağmen döneminin bir yabancısı olmadığını söyleyebiliriz. Kaldı ki olmamıştır da.

Dünyanın acınacak hali, beni Paris hülyasından vazgeçirecek kadar olmamıştır. Bu görüşün bir perde arkasında -Yeni doğan İtalyan tehlikesine ve Amerika’nın hala laf ve güzafta kalmasına rağmen- nihai zafere olan imanımı seçebilirsin.”

Son olarak da yukarıda alıntıladığımız 1940 tarihli mektubuna baktığımızda onun mistisizmden uzak ve “imanı”nı zafere doğrultmuş bir şair olduğunu göreceğiz. Şairin yaşantısı, hastalığı ve aşık olduğu kadın, kısacası özel hayatı ve iç çelişkileri bir bütünün içerisinde, yani, İkinci Dünya Savaşı’nın zorlu yıllarında yaşanmaktadır. Türkiye modernleşmesini bir taşrada, liseyi okuduğu Antalya’da, yaşayan şair yer yer bölgede açılan halkevlerini ve onların boş kalmasını eleştirmiş yer yer daha bütüne bakarak şiirini 1930’ların Türkiye’sinde üretmiştir. Toplumcu yaklaşımın uç vererek Garipçilere, İkinci Yeniye ve oradan 60’ların şiirine uzandığını göz önünde bulundurursak Halit Asım’ın talihsizliği de şiirini uçlaştıracak ve sürrealizmi edebiyata yerleştirecek ömrünün olmamasıdır. Bunun sonucu da unutulmak ve yıllarca görmezden gelinmek olmuştur diyebiliriz.

Toparlayacak olursak, edebiyat tarihi yazımında yapılan hatalardan ve bu alanda bırakılan boşluklardan çokça bahsedilir. Ancak bunlar, genellikle eski dilde yazılan metinlerin sadeleştirilmesindeki eksiklerden ibarettir. Örneğin bin yıl öncesine ait, sadeleştirilen metinlerdeki sözcük kayıpları üzerine birçok makale ya da tez yazısı bulabiliyoruz. Oysa tarih yazımında yapılan en büyük yanlış, Türk edebiyatının modernleşmesindeki önemli uğraklardan olan akımların, bunların temsilcileri ve örneklerinin kıyıda köşede kalması ve hiçbir edebiyat antolojisinde onlara rastlanmamasıdır. Bu açıdan elimizde, Halit Asım gibi, sürrealizmin ve şiirde psikanalitik yöntemin ilk örneklerini veren, üstelik toplumcu yaklaşımın dışında kalan dönemdaşlarından farklı olarak şiirine mistik bir tarz çizmeyip dönemin yabancısı olarak da kalmayan bir örnek bulunuyor. Bugün Necip Fazıl gibi bir hece mühendisi sembolizmle ilişkilendirip “büyük üstat” diye anılırken Halit Asım gibi hasıraltı edilmiş “ilk”lere daha çok ihtiyacımız var. Yazılmış bir tarihi yeni baştan yazmak ve şairlerimizin sağır bir cemiyette ölmesini engellemek için…