İslam Dünyasında Reform, Engeller ve Laiklik

Teknik başarı, üretkenlik, nitelik vb. bakımlardan kendini kanıtlayan gelişkin dış dünyayı ‘’sapkın’’ gibi dini kalıplarla küçümseyen radikal boyutlardaki İslami hareketlerden, çağın gerekliliklerini belli ölçülerde kavramış ve eksikleri gidermede istekli reform yanlışı İslami çevrelere kadar aralarında belirgin belli başlı farklılıklar bulunan kesimlerin buluştukları ortak bir söylem var: Gerçek ve saf İslam’a dönüş. Görüldüğü kadarıyla birbirlerini ‘’fitneci’’ şeklinde niteleyebilecek düzeyde olan farklı cihetteki insanlar, gruplar ilk bakışta benzer bir söylemde, arzuda buluşabiliyor gibiler ancak görünen o ki algıladıkları, dini, tarihi kitaplarda buldukları İslam, aynı İslam değil. Anlaşılan gerçek İslami anlayış, ya İslam’ı modern dünyanın içerisine yerleştirme kaygısı olanları ya da radikalleri boşa çıkarır bir inanca tekabül ediyor.

Mevcut İslam dünyasının bir özeleştiriden geçmesi gerektiği ve akıl ile dinin uzlaştığı görüşünde olanların da radikallerin de ilimin öneminden söz ediyor oluşunu ekleyelim konuya. Dinin akıl ve hoşgörü boyutunu konu edinen Müslüman ilahiyatçılar, yalan-yanlış bilgilerin hadis kaynaklı olduğu ve Kuran merkezli yaklaşımın gerçek İslam’ı göstermede bir fayda sağlayacağını ifade ettikleri de malumdur.

Konumuzda ‘’ilim’’ meselesi ister istemez önemli bir yerde duruyor. Din ve bilimselliğe dair konularda çok şey ifade edeceği için bu meseleyi incelemeye değer buluyoruz. Bazı konularda ilk çağrışımlar ile meselenin üç yüzünün pek de öyle uyumlu şeyler olmadığının görülür olması için birtakım kavramların etraflıca işlenmesi, açıca kavuşturulması gerekebiliyor. İlimin İslami açıdan ne mana taşıdığıyla ilimden umumiyetle ne anlaşıldığı meselesi, değinilmesi ve tartışılması gereken bir konu. ‘’ İlimden uzaklaştığımız için bu haldeyiz ‘’, tarzında ve de benzer sözler, İslam dünyasında çağın gerekliliklerini yakalama veya diğer medeniyetler karşısında daha üst bir konuma yerleşme sürecini inceleyen, İslam’ın akıl dahil hemen her bakımdan üstünlüğü olduğu görüşünü paylaşan bir kimseden duyulacak genel, alışıldık sözlere bir örnektir.

Meseleyi daha çok akli yönleriyle anlatma gayretindeki ortalama bir insan, esasında dininin akli taraflarının tartışılmaz olduğunu ifade ederken adeta bir sığınak gibi faydalanır ilimin dinindeki öneminden. Büyük bir kısmının gündelik yaşamlarında din ile olan irtibatları her ne kadar pek kuvvetli olmasa da ilimin dindeki yeri üzerinden giden bu kategorideki insanların vardığı durak, bilimin ta kendisi de olmaktadır. Bir deyişle bilim, ilimin diğer adıdır bu anlayışa göre. Dolayısıyla önümüzde duran, birincil olarak çözümlenmeye ihtiyaç duyan mesele de İslami açıdan ilimden ne anlaşılacağı, sözlükte birbirlerine karşılık geliyor olsalar dahi bu açıdan bilim ile aynı şey olup olmadığıdır. Sorunun yanıtı için Kuran merkezli argümanlardan hareket etmek yarar sağlayacaktır anlama ve içeriğe dair. Bilindiği gibi özellikle son zamanlarda rasyonelliğin dinde bolca yer ettiğinden söz eden kimseler, rivayete boğulmak yerine Kuran’a yönelmenin zaruri olduğundan oldukça söz etmekteler. O halde yönelelim.

Nahl Suresi 27. ayette ilim sahibi kimseler karşımıza ‘’kafirlerin’’ kıyamet günü maruz kalacağı kötülük ve aşağılanışı müjdeleyen kimseler olarak çıkar. Sebe Suresinin 6. Ayetinde Kuran’ın gerçek olduğunun be onun ‘’mutlak güç sahibi ve övgüye layık Allah’ın’’ yoluna ilettiğini kavramış kimseler olarak tanımlandıkları görülür. Bir evvelki ayette ise bu gerçeği inkar edenlerin çok kötü bir biçimde cezalandırılacaklarından bahsedilir. Ra’d Suresi 37. Ayette görüldüğü üzere Kuran’ın kendisi bahşedilmiş bir ilimdir zaten İslam inancında. Bir başka ayette ilimde derinleşmiş olanların dinin getirdiği kitaba ‘’iman edenler’’ olarak anlatıldığı görülür. (Nisa Suresi 162.ayet) Yine İslam’a göre, ilim sahipleri Allah’tan başka ilah olmadığına tanıklık eden kimselerdir. Son olarak İsra Suresi 107. ayette ise kendilerine ilim verilen insanların secde edenlerden oldukları bir örnekle anlatılır.

Meseleye ilişkin yukarıdaki ayetler göz önüne alındığında İslami açıdan ilimin yaşamı, evreni kavrama yolunda akli bir merak ve uğraş, toplumu çeşitli buluşlar sayesinde geliştirme, bilgi havuzuna katkıda bulunma, sistemli bilgi birikimiyle hayatı yaşanılır, anlaşılır kılan bir bilimsel süreç vb. ilk çağrışımları esasen barındırmadığı ve bunun aksine keskin bir telakki ve teslimiyeti içeren, sıkı kaideleri olan ve hakikatlerini kabullenmeyenler karşısında açık tavrı bulunan bir inancın hudutlarını kendine göre belirlediği bir alan olduğu görülmektedir.

‘’İlim’’, ‘’akıl’’ konusunun yanı sıra ‘’hoşgörü’’ üzerinden süren, örneklerin tasavvufi isimlere bağlandığı ve gerçeği ne derece yansıttığı merak konusu olan birtakım görüşler var. Bazen çoğu insanın derinliğini idrak edemeyeceği bir boyut bazense hoşgörü ve aşkınlığın en saf halini içerdiği iddiasıyla bahsi edilir tasavvufun. Konu hiç yabana atılır türden değildir. Zira en muteber kaynaklara başvurulur da topluma hoşgörü timsali diye sunulan mutasavvıfların bilinenden farklı ve asıl yüzü ortaya konursa ‘’gerçek İslam’’ örneklemesinde ezberin bir parçasını oluşturan kalıp yıkılmaya yüz tutar hale gelecektir. İlhan Arsel, Yalçın Küçük gibi pek az yazar, düşünür çeşitli nedenlerle bu konuya dikkat çekmiştir herhalde. Hem Arsel’in hem de Küçük’ ün tasavvuf, akıl, hoşgörü ile din konularındaki fikriyatından da biraz söz edelim.

Tasavvufi metinlerde netlik bulunamadığını kaydeden Yalçın Küçük, tasavvufun, aklı ve aklın sağlayacağı imkanları tanınmamak olduğu gerçeğini hatırlatmaktan geri durmaz. Ancak tasavvufun, varsıllığına rağmen doymak bilmez, kayıtsız, sömüren ve hesap vermeyen düzenin iktidar sahiplerine halktan gelecek adalet ve eşitlik arayışının, başkaldırının karşısında kanaatkarlık aşılayan, gerçeği bulandıran bir suni koruyucu gibi yerleşmiş olması da bir o kadar ilgilendirir Küçük’ ü. Bu bakımdan tasavvufi tarikatlar ile siyasal İslamcıların toplumda oynadığı rol arasında bir ilişki, benzerlik de söz konusudur ayrıca.

Küçük, Yunus Emre’nin, Türk aydınındaki sosyalizan eğilimleri kazımak için ön plana çıkarıldığından, zamanla Yunus’un sosyalizm zannedildiğinden söz eder. ’’Yunus Emre, Türk aydınına atılmış kurşunlardır.’’ ‘’Yunus başkaldırışız bağlanmanın ozanıdır’’, der Yalçın Küçük. Düşünürün ifade ettiği gibi Türk aydını zamanla bu kurşunların kendisine sıkılmış olduğunun bilincini yitirecektir.

Yunus’un son derece edilgen olmasına dikkat çeken Küçük, edilgenin başının eninde sonunda çamurda olacağını vurgular ve akıl konusunda da şunları kaydeder: ‘’Biz, kendi halk gerçekliğimizden başlayarak, dik, hep yükselen, aklı kullanan ve aklı sürekli aşan bir yol bulmaz zorundayız. Bu, yeni aydın hareketimizdir.’’

Küçük, dini olanla akılcı olanın insan yaşamının iki ayrı alanı olduğunu, dinin kalıplarıyla rasyonalist aklın yasalarının uzlaşamayacağını ve de bu iki alanı uzlaştırmak gibi beyhude bir işe gereksinim duyulmayacağını kaydederek önemli bir gerçeği vurgulamakta ve hatırlatmaktadır. Akılcı olan ile dinin kalıplarından hangisinin etki alanı genişlerse, diğerinin daralması pahasına gerçekleşeceği ve aklın alanını büyütmek üzere verilen ısrarlı mücadelede çeşitli deneyimlerden pay çıkarmanın gerekliliği, gelişigüzel, akılsızca hesaplaşmamanın ve entelektüel bir tavır almanın fayda sağlayacağı görüşündedir.

İlhan Arsel’e gelecek olursak, Mevlana’ya dair okumalar yapan ve bunun üzerine onun hoşgörülü, insancıl yönleri hakkında tekrarlanan, yaygın anlatımlara başvuran insanlardan çok daha farklı cümleler buluruz Arsel’de. Mevlana’nın insanlar arasında dini temel alarak yaptığı ayrımlardan, hümanist olarak tanıtılmasındaki hatadan ve çelişkilerden bahseder argümanlarıyla. (Arsel her ne kadar Mevlana’nın düştüğü çelişkilerden bahsederken ‘gel, ne olursan, yine gel’’ sözünün Mevlana’nın sözü olduğunu tekrarlamış olsa da aslında söz, Ebu Said-i Ebu’l-Hayr’a ait olsa gerektir.)

Mevlana’nın sohbetlerinden meydana gelmiş bir eser olan Fihi Ma-Fih de Arsel’in Mevlana’yı tanımasına vesile olmuş eserlerdendir. Eserden bir alıntı yapmak isterim ki, bazı açılardan oldukça anlaşılır kılabilir Mevlana’yı:

‘’Hani mayası temiz bir gönül ehli, birisini dövse, başını, burnunu, ağzını kırıp dağıtsa herkes, bu adam mazlum der; fakat gerçekte hiç de zulüm görmemiştir o. Zalim, gereken işi yapmayan adamdır. O dayak yiyen, başı yarılandır zulmeden; şu dövense işkilsiz mazlumdur, çünkü özü temizdir, Tanrı yok olmuştur, yaptığı Tanrı işidir, Tanrı’ya da zalim denmez. Nitekim Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafa da öldürüyordu, kan döküyordu, yağma ediyordu; bütün bunlarla beraber zalim onlardı, kendisiyse mazlumdu. Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafa, bozguna uğrasa da mazlumdu, bozsa da mazlumdu; çünkü her iki halde de hak, onun elindeydi.’’

Örnekleri özellikle Mesnevi üzerinden giderek çoğaltmak da bir o kadar yararlı olabilirdi ancak yukarıdaki parçadan sonra daha fazla ayrıntıya girmenin doğrusu bir gereği kalmadığı görüşündeyim.

İslam Dünyasında Tecrit

Tarihte Müslüman toplumların gerek dinsel telkinler gerekse devlet uygulamalarının sonucu olarak tecrit edilmiş durumda olmalarının, başka medeniyetlerce sağlanan gelişmeleri takip ve etkileşimlerini önemli bir ölçüde sınırlamış olduğu tartışılmaz bir gerçektir. İlerleme, gelişmeye dönük durumu bir tarafa koyacak olursak tecrit ve ötekileştirmenin, adil, dostane sosyal ilişkiler ve idarenin devlet sınırları içerisindeki tesisinde de aynı düzeyde olumsuz katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı tarihinde Gayrimüslimler ve Müslümanlar arasında çizilen net sınırları göstermesi bakımından IV. Murad döneminden bir yasağı 85 numaralı Mühimme defterinden aktaralım:

‘’Kendilerine yasaklandığı halde ata binen, samur kürk ve kalpak ile gösterişli elbiseler giyen ve Müslümanlarla karşılaştıklarında kaldırımdan aşağı inmeyerek, tavırlarıyla Müslümanlardan daha gösterişli durmaya çalışan İstanbul’daki kefere ve Yahudilerin bu tarz giyim ve davranışlardan menedilmeleri; bu vazifenin Bağdat Seferi’ne katılanlardan Mustafa tarafından yürütüleceği.’’

Müslümanlar ile Gayrimüslimler arasındaki evlilik, dostluk gibi sosyal ilişkilerin tesisi geçmişte olduğu gibi günümüzde de oldukça sıkıntılı bir konu olarak saymamız mümkün. Kadının statüsü ise bir başka tecrit problemidir.

İran İslam Devriminin ruhani lideri Humeyni şöyle der: ‘’Müslüman bir kadının kafir bir erkeğe nikahlanması caiz değildir. Bunun gibi Müslüman bir erkek de Ehl-i Kitaptan olmayan başka kafir bir kadını daimi bir akitle nikahlayamaz. Farz ihtiyat gereği Ehlikitap’tan olan bir kadınla da daimi evliliğin yapılması caiz değildir. Ancak, Hristiyan ve Yahudi gibi Ehlikitap kadınları ile mut’a yapmanın sakıncası yoktur.’’

Müslüman-Gayrimüslim, kadın-erkek ayrımının keskin biçimde yapılmasının yanı sıra kimlerin daha ziyade İslam’ı doğru biçimiyle yaşıyor olduğu da bir tartışma ve dışlanma konusunu meydana getiriyor. Yalnız Müslüman olmayanlar ile değil, Müslümanların kendi aralarındaki mücadelelerde hem bir sınırı hem de bir özü koruma yarışını görmek mümkün. Haricilerin en güçlü kolunu oluşturan Ezarika, kendilerine muhalif olanları müşrik olarak sayıp, kadın ve çocukları dahil olmak üzere tümünün öldürülmesi gerektiği görüşündeyken doğru yolda gittiklerinden muhtemelen bir kuşkuları yoktu.

Harici anlayışa en sık eleştiri getiren Şii dünyası aynı keskinliği göstermiyor olsa da tutulan yolda bir mertebe ve esas özün temsiline ilişkin övünç anlayışı Şii dünyada belirgin biçimde görüldüğü söylenebilir.

Müslüman Kardeşler örgütünün kurucusu Hasan el-Benna ise, İslami olmayan bütün mahkeme ve hükümlerden, İslam’la çatışan kulüp, gazete, okul ve kuruluşlardan tamamen ilişkisinin kesilmesini talep etmişti. Benna ayrıca 1930’larda hazırladığı ıslahat programını Mısır Kralı’na gönderir. İstekleri arasında kadın ve erkek karışık toplantılar düzenlenmesi, şans oyunları, gece kulüpleri ve sinemaların yasaklanması, gazetelerde kadınların resimlerinin basılmasına son verilmesi, namaz kılınması, evlerde yabancı dil yerine Arapça konuşulması, çocuklara Avrupalı öğretmenler tutulmaması ve yabancı okullarına gönderilmemesi bulunmaktadır. Hasan el-Benna eğitim konusunda İslami eğitim uygulanması, kızlı-erkekli eğitime son verilmesi, kız ve erkeklerin eğitim müfredatları ayrı ayrı belirlenmesi, materyalist bulduğu bazı derslerin düzenlenmesine dair isteklerini sıralamaktaydı.

Türk basınında, Müslüman Kardeşler’ in lideri ile ilk röportajı 1987’de kendisinin yaptığını belirten gazeteci Murat Bardakçı, örgütün o zamanki genel mürşidi yani lideri olan Muhammed Hamid Ebu’n-Nasr’ ın kendisine söylediklerinden şöyle bahseder:

‘’Laik Türkiye, Arap dünyasının gözünde ‘’İslam’dan uzaklaşmış bir Türkiye’’ demekti. Atatürk’ün reformları ile yüzümüzü Batı’ya çevirmiş, yani bulunduğumuz bölgeden kopmuş, üstüne üstlük bir de laikleşince,’’mürted’’ olmuş yani dinden çıkmıştık. Müslüman Kardeşler Örgütü’nün o zamanki lideri, Kahire’de yaptığım mülakatta bana açıkça ‘’ Hepiniz mürtedsiniz’’ demekten çekinmemişti.’’ Ancak her şeye rağmen Nasr 80’lerdeki gidişattan umutsuz değildi. ‘’Türkiye yakında İslami yola girecek’’ diyen Nasr, ‘’köklü bir İslami geleneğe sahip olan Türkiye, şimdi Müslümanlığın ilkelerine geri dönüyor’’ diye de ekliyordu.”

Eğitimde Modernleşme

Özellikle 19.yüzyılda kimi Müslüman din bilginlerinin de dahil olduğu reform yanlıları, İslam dünyasının geri kalmışlığını çözümlemeye çalışırken, eğitim alanında bir dizi değişikliğe ihtiyaç duyulduğuna kanaat getirmişlerdi. Tıpkı İslami ilimler konusundaki ünüyle bilinen el-Ezher’ deki öğreniminde fen, matematik, coğrafya gibi derslerin okutulmamasından kaynaklı tatminsizlik yaşayan Muhammed Abduh gibi (ö.1905). Abduh modern bilimlerin gerekliliği, eğitimde reform, din ve akıl ilişkisi üzerinde duruyordu. Gazzali’nin Aristo metafiziğini eleştiri konusu yapıp, Farbai ve İbn-i Sina’yı tekfir ettiği ( Müslüman saymaması) gibi İslam dininin inanç esaslarında en güçlü dayanağı ‘’akıl’’ olarak kabul eden Abduh da birçok kesimce dışlanmış vaziyettedir.

İslam dünyasında ulema sadece sıradan halkı değil, reformist uygulamalara yönelen din bilginlerini de bası altında tutma veya itibarsızlaştırma konusunda imtina etmeyen bir sınıftı neticede. Bir dükkanın bodrumda açtığı okulvari yerde ilk defa Latin harfleriyle Arnavutça alfabeyi öğretmeye başlayan din alimi Said Najdeni, ulema tarafından alınan bir karar sonrası camiye girmesi yasaklanmış, açtığı bu okul kapatılmış ve nihayetinde yaşadığı yer olan Debre’den uzaklaştırılmıştı. Elbette Najdeni gibi olan daha başka örnekler yok değil. Dini otoritenin gazabı bölgenin yalnızca dini azınlıklarını, önde gelen seküler liderleri değil, reformist alimleri de tehdit edici bir haldeydi görüldüğü üzere. Eğitimin modernleştirilmesi bağnaz kesimle mücadeleyi de zorunlu kılıyordu. 19. Yüzyılda Rus hakimiyeti altındaki Müslümanların kendi içlerindeki durumu da pek rahat sayılmazdı. Tutucu çevreler ile reformistlerin karşı karşıya geldiği bir ortamda Ceditçiler olarak bilinen yenilikçilerin aldıkları kararlar beraberinde çeşitli suçlamalar getiriyordu.

1870’lerde Rusya’daki Müslüman mektep ve medreselerde Rusça okutulması mecburi olmasıyla beraber bu dilin öğretilmemesi maksadıyla çeşitli fetvalar çıkar. Ancak din ve eğitimde reformdan yana olan din alimi Şehabettin Mercani gibi Rusçanın öğretilmesine karşı durmayan, diğer din alimlerinin aksine Rus dilini öğrenmenin lazım, zaruri olduğu görüşünde olan kimseler de bulunuyordu. Medreselerdeki eğitim tarzını eleştiren, çeşitli alanlarda terakki ve yenilikten yana olan Mercani’nin de dahil olduğu Ceditçiler bir tarafta gelenekçi ve tutucu Kadimciler ise diğer taraftaydı. Kadimciler medreselere sıra konulması tarzı değişiklikleri, fen bilimlerinin okutulması gibi yeniliklere karşı çıkan, bu tip yenilikleri sapma, aykırılık şeklinde algılayan mutaassıp kimselerden meydana geliyordu. Cedit hareketinin sözü edilmişken, bu yenilikçi anlayışa kaynak olan Abdünnasır Kursavi’nin de bağnaz çevrelerden gelen saldırılara muhatap olduğunu eklemek gerekir. Şaşırtıcı değil. Çeşitli kaynaklarda yer aldığı üzere Kursavi hakkında verilen fetvalardan biri, minareden atılmak suretiyle öldürülmesi şeklindeydi.

19.yüzyıl başlarında İran’dan Avrupa’ya gönderilen ilk öğrencileri, ilk modern okulların açılması izledi. Bu okullar ilk başlarda misyonerlerce açılmış, daha sonra devlet kendi okullarını açar hale gelmişti. Aynı dönemlerde Batılı eserler çevrilmekte, gazeteler ortaya çıkmakta, Batı’daki gelişmelerin takibi amacıyla aydınlar devlet tarafından destek görmekteydi. Zamanla eğitimdeki modernleşme ulemanın fazlaca dikkatini çekip, tepkiyle karşılanır olmuştu beklenen bir biçimde. Ancak yönetim baskısı ve dini kişiliklerden gelen tepkiler kimi yerlerde modern gelişmeleri önleyememişti. Bazı kaynaklara göre, 1910’lara gelindiğinde yalnızca Tahran’da kızlar için 47 okul bulunmakta ve bu okullarda 2000’ den fazla öğrenci okumaktaydı.

Laisistlerin Başarısı

Müslüman dünyanın belki de en ilgi çekici eğitim serüven ve başarısına Türkler nail olmuştur.

Osmanlı Devleti’nde 1858’de kız rüştiyeleri açılmasını 1870’te Darülmuallimatın açılmasıyla ‘’kız mektepleri için kadın öğretmen’’ yetiştirilmesi izler.

2. Meşrutiyet döneminde (1914’te) kadınlar için edebiyat ve fen bölümlerinden oluşan İnas Darülfünunu (Kadın Üniversitesi) açılır. (Karma eğitimin, yıl olarak tam başlangıcına dair çelişkili bilgiler bulunmakla birlikte 1920’lerde gerçekleştiği anlaşılmaktadır.)

Eğitimdeki modernleşmeye ilişkin Bernard Lewis ‘’ Modern Türkiye’nin Doğuşu’’ adlı eserinde şöyle der: ‘’ Bir Türk üniversitesinin kurulması ise en etkileyici olandı. Bu proje ilk defa 1845’te resmen gündeme gelmiş, pek çok zorlukla karşılaşmış ve birçok kez güya açılışı yapılmıştı. Ancak çok uzun hazırlıklar daha sonra İstanbul Üniversitesi olan Darülfünun kapılarını açtı. Bu, İslam dünyasında gerçek anlamda ilk modern üniversiteydi.’’

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla beraber zamanla laik devletin eğitim anlayışı uhrevi unsurlardan arınmayı program edinecekti.

Eğitim tarihinin en ilgi çekici döneminin 1930’ların başında gerçekleşen yeni tarihçilik açılımıyla başladığı söylenebilir. H.G Wells’in sosyalizm, emperyalizm ve Darwinizm gibi konulara geniş yer ayırdığı bir eserinin Mustafa Kemal tarafından okunması ardından derhal Türkçeye çevrilmesinin talep edilmesiyle başlayan yeni bir süreçti bu. Bu talep , kısa bir sürede yerine getirilmiş, eser 1928’e gelindiğinde 5 cilt olarak hazır olmuştu.

Tarihçi Zafer Toprak tüm bu gelişmeleri ‘’bundan böyle Darwin’in evrim kuramı tüm 30’lu yıllar boyunca ders kitaplarında yer alacak, din ve Tanrı konusu tartışmaya açılacaktı’’, şeklinde özetler. 1930’lı yılların ders kitaplarının temelini Türk Tetkik Cemiyeti tarafından yazdırılan 4 ciltlik tarih kitapları oluşturmaktaydı.

Ders kitaplarında okutulmak üzere H.G. Wells’den esinlenerek hazırlanan içerikte önemli bir yer tutan ‘’hayat zinciri’’ , Tarih I’de anlatılırken insanlığın ortaya çıkışının din kitaplarındaki öykülere dayandırılma hatasından söz edilip, yaşama dair bilginin kalıntılar üzerinden gidildiğinde netleştiği anlatılıyor ve böylelikle eğitim iyiden iyiye bilimsel bir içerik kazanıyordu. Örneğin, Tarih I’de atın evrimine yer vererek bugünkü at neslinin uzun bir evrim sonucu ortaya çıktığından söz edilmekteydi.

Ayrıca Tarih I, insan ve din ilişkisinden de söz etmekteydi. İnsanların cemaat halinde yaşamaya başlamasından sonra diğer toplumsal müesseseler gibi din müessesesini de vücuda getirdiklerinden söz etmekteydi.

Zafer Toprak bu yepyeni dönemin sonu hakkında şöyle demektedir: ‘’30’lu yıllarda ilk, orta lise tarih kitapları Darwinist ve evrimci kuram ışığında insanın jeneolojisi üzere bilgilerle başlıyordu. Bu anlayış Gazi’nin önderliğinde oluşturulan Türk Tarih Tezi sayesinde gerçekleştirildi. Gazi’nin ölümü ertesi Darwinizm rafa kaldırıldı. 40’lı yıllara geçildiğinde Darwinist evrime yönelik bilgiler tarih kitaplarından elendi. Atatürk’ün ölümüyle birlikte ‘’hayat zinciri’’ kuramı da tarih kitaplarından silindi. Artık insan biyolojik bağlamda ’’statik’’ olarak algılanmaya başlandı. Bundan böyle evrim biyolojik olmaktan çıkıyor, kültürel ve toplumsal alana hasrediyor; insan bedeni dışında maddi yaşamla bağlantılandırılıyordu’’

Türkiye’ye yakın Müslüman coğrafyada olduğu gibi eskiden kopuş, ilerlemeyi hedefine koyan yenilikçi anlayış daima tam karşısında mürteciliği, safsatayı, mantık yoksunluğunu bulur kaçınılmaz olarak. Eşref Edip’in Kara Kitap’ını ilk kez okuduğumda bu hakikati bir kez daha fark eder olmuştum.

Şöyle diyordu Edip: ‘’ O Köy Enstitüleri ki, orada kız ve erkek çocuklar bir arada bulunduruluyor, her türlü rezaletler oluyor, sık sık idarecilere içkili, danslı ziyafetler veriliyor, mumlar söndürülüyor, diploma yerine, kucaklarında bir piçle evlerine dönenler oluyordu.’’

Ancak bu zihniyete rağmen Cumhuriyet’ in kurucuları eğitim ve diğer alanlardaki değişimden yana ısrarcı mücadeleleri ile uhreviliği dünyeviliğe çevirerek Türkiye’nin, yakınında bulunduğu ortalama bir Ortadoğu ülkesinden farklı yerde durmasında önemli bir paya sahip oldular, günün mürtecileri ve tanımadığı Osmanlı’ nın hayalini kuranlara rağmen…

Kaynakça