100. Yılında 1915’e Bakmak: Eğik Düzlemde Zemin Arayışı Mı, “Yeni” Bir Tarih Yazımı Mı?

Fazlalıklardan kurtulmaya, sadeleşmeye ihtiyacımız var, bu yüzden, yöntemimizi oluşturmak zorundayız; tartışmanın “devrimin” neresinde durduğunu anlayabilmek, sağlıklı bakabilmek için. Geçmişin gözüyle ya da acılarla değil; günümüzün sınıflar mücadelesini, sınıflar mücadelesinde egemen olan gücü dikkate alarak.

Doğal olarak ancak bütünüyle kurtuluşa ermiş bir insanlık geçmişine de bütünüyle sahip olabilir.”

W. Benjamin, Tarih Kavramı Üzerine

24 Nisan 1915…

Coğrafyamızda yaşayan halklar, özellikle Türkler, Kürtler ve Ermeniler açısından önemli bir kesitten bahsediyoruz, bu denli önemli bir başlığı “tehcir miydi yoksa soykırım mı?” sığlığında ve sıkışmışlığında tartışmayacağız elbette, bu durumu not ederek başlıyoruz.

Yaşananlar, acılar, anılar çok kez anlatıldı, yazıldı ve ne yazık ki üzerinde yaşadığımız coğrafyanın hafızası bu tür hazin anılarla dolu…

1915 olaylarının 100. yıl dönümünde, yaşananları tekrar tekrar dile getirmeyeceğiz, halklar adına bunun bir faydasının olmadığı çok açık.

Halkların acılarını, sermaye çıkarları adına manipülasyon malzemesi olarak kullananlarla da timsah göz yaşları dökenlerle de Türk ve Ermeni şovenizmlerini meşrulaştırmaya çalışanlarla da hesaplaşmak zorundayız. Bu yüzden farklı bir bağlamda ele alacağız; bugünün gözüyle, güncel tartışmalarla ve elbette ki insanlığın kurtuluşunu merkeze koyarak.

Hayatın her alanını yeniden üretmek diye bitirmiştik son yazımızı, kaldığımız yerden devam ediyoruz; yeniden ve yeniden üretmek zorundayız, üretmeyen arayışçılığını yitirir ve nihayet çürür. Oysa biz insanlığın kurtuluşunu, devrimi arıyoruz; üretmek zorundayız.

Ciddi bir iştir; bir yandan bilim yapıyor, diğer yandan devrimle bağını kuruyoruz. Üretirken, sorumluluğumuzun ve zorunluluğumuzun farkında olacağız. Özellikle, bu iki kavramın altını kalınca çiziyoruz; Türk, Kürt ve Ermeni halklarına karşı sorumluluğumuz ve devrim yapmak gibi bir zorunluluğumuz bulunuyor. Başa dönüyorum, ciddi bir iştir; tarihi, “devrimimizin” tarihini, ancak bu ruhla yazabiliriz, bu sonuca varıyoruz.

Fazlalıklardan kurtulmaya, sadeleşmeye ihtiyacımız var, bu yüzden, yöntemimizi oluşturmak zorundayız; tartışmanın “devrimin” neresinde durduğunu anlayabilmek, sağlıklı bakabilmek için. Geçmişin gözüyle ya da acılarla değil; günümüzün sınıflar mücadelesini, sınıflar mücadelesinde egemen olan gücü dikkate alarak.

Başlarken: Yöntem notları

“Tarih nedir?”, işimizi kolaylaştırmak adına uçlaştırıp karikatürize edelim; tarih, geçmiş, olmuş bitmiş ve dolayısıyla bugünü etkilemeyen olaylar bütünü müdür? Açık açık böyle söylenmese de sonuç itibariyle bu noktaya varan çıkarımları özellikle akademide görebiliyoruz. Devrimi arıyorsak, gelişimi ve değişimi göreceğiz; kopuş buradan olacak.

Tarih, bugünün oluşum koşullarını içerisinde barındıran, bu haliyle, bugünü belirleyen; günümüz sınıflar mücadelesinin de egemen olan gücünün, kendi çıkarlarını gözeterek yorumladığı, bu anlamda belirlediği ve yeniden şekillendirdiği dinamik bir yapı, Carr’ın tabiriyle, bugün ile geçmiş arasında bitmez bir diyalogdur. (Carr, 2011, s. 82)

İktidar mücadelesinde hayatın her alanı bu kategoriye dahildir ve biz şüpheci olmak durumundayız.

Devam ediyoruz, tarih yukarıda belirttiğimiz gibi dinamik ve yeniden üretilmeye açık bir alansa, tarihçi objektif, tarafsız, geçmişin gözüyle bakan bir pozisyonda durabilir mi?

Carr’a dönüyoruz: “Tarihçi tarihin bir parçasıdır. Tarihçinin bu geçit alayı içinde kendini bulduğu nokta, onun tarihi görüş açısını belirler.” (a.g.e., s.88)

Tarihin, bugünün egemen gücü tarafından yeniden üretildiğini söyledik, şüpheci olmak gerektiğini not ettik, ikinci bir notu da tarihçi için düşüyoruz; tarih, sınıflar mücadelesinin bir sonucuysa, tarihçinin de bu durumun dışında kalması mümkün değildir ve bugünün egemen gücü tarihi yeniden üretirken aynı zamanda tarihçiyi de yeniden üretir. Tarihi incelerken tarihçiyi de bu sürece dahil etmemiz gerekecek ve biz daha şüpheci yaklaşmak durumundayız.

Bu denklemde akademi ile aramızdaki mesafeyi açmamız, tarihçimizi devrimcileştirmemiz, bir özne haline getirmemiz gerekiyor, yeniden üretmeye buradan devam ediyoruz: “Akademi geçmişte sterillik arar, devrimci yani bilimi kullanarak ütopyasını arayan özne ise geçmişte bugünü ve geleceği arar; yani devrimi…” (Art, 20 Mart 2015)1

Tarihçimiz, (tarihçi sıfatını kullanıyorum, tarihçimiz, Akın’ın yazısında vurguladığı “devrimci” kimliğe içkindir, çıkış noktası buradadır) bugünün sorularına cevap ararken geçmiş ile gelecek arasındaki çizgide gezinebilecek, bu minvalde tarihsel öznelerle bağ kurabilecek; tarihi sadece okumayacak, yaptığını hissedecek:

Geçmişi tarihsel olarak kurmak’ onu gerçekten olmuş olduğu gibi tanımak değil, tehlike anında birden parlayıveren anıyı ele geçirmektir. Tarihsel maddeciliğin meselesi, tehlike anında tarihsel öznenin karşısında beklenmedik bir şekilde beliriveren geçmiş imgesini alıkoymaktır. Geleneğin hem kendi varlığı hem de onu devralanlar tehlikededir. Her ikisi de aynı tehdit altındadır: Hâkim sınıfların aleti durumuna düşmek. Geleneği, onu hükmü altına almak üzere olan konformizmin elinden çekip almak, her dönemde yeni baştan girişilmesi gereken bir çabadır.” (Benjamin, 2000, s. 42)

Tarih ve tarihçilik üzerine kısa notlarımı burada noktalıyorum. Yöntemimizi, araştırırken, tartışırken oluşturmaya, bu arayışı sürekli olarak güncelleyerek ve geliştirerek sürdürmeye devam edeceğiz.

Kısa Bir Tarihsel Arka Plan Değerlendirmesi

Önceki yazımızda Metin Çulhaoğlu’ndan yaptığımız bir alıntıyla2 bütünlük tarifi yapmıştık; bütünlüğün adına kapitalizm, dinamiğine sermaye birikimi/ihracı, şekillendiriciliğine ulus devlet inşası ve kilisenin (dinin) geri plana itilmesi ve etkisine de sınırsız yayılma demiştik. Osmanlı’yı bu bütünlük içerisinde konumlandırmıştık ve özel olarak anlamının yarı sömürge oluşunda yattığını belirtmiştik.

Buradan devam edelim; emperyalistler, uzunca bir donem “hasta adam” diye niteledikleri Osmanlı’yı öldürmemeye çabaladılar, nedeni henüz kendi aralarında paylaşamamalarıydı ve bu denklemde Osmanlı “bitkisel hayatta” yaşamaya devam edecekti; hegemonya savaşı beraberinde cepheleşmeyi ve ittifakları getirecek, emperyalist iç rekabet Paylaşım Savaşı’na dönüşecekti.

Dünya Savaşı’nın asıl sebebi Avusturya prensinin öldürülmesi değilse eğer, adlı adınca emperyalist bir paylaşım için başladığını, paylaşılacak toprakların önemli bir kısmının da Osmanlı’nın “hakimiyetinde” bulunduğunu görmemiz gerekiyor, özellikle Osmanlı’nın son dönemini, bu parametreleri göz ardı etmeksizin değerlendirmek zorundayız, aksi takdirde yapılan şey, anakronizme varan yolun taşlarını döşemek olacaktır.

İttihat Terakki’nin ise “kurtuluş” için geliştirdiği strateji ile “kuruluşa” dair formüle etmeye çalıştığı siyasal ve toplumsal program arasında açı olduğunu biliyoruz, ekleyelim; bahsedilen program, değişen konjonktürle beraber aşınmaya başlıyor, sebebini ise yukarıda çizdiğimiz bütünlüğün belirleniminde buluyoruz.

Bu bütünlükten çıkarım yapacak olursak eğer, iç ve dış dinamiklerin iç içe geçtiğini ve “belirleyen” dinamiğin ise emperyalistlerin kendi aralarındaki rekabet olduğunu söyleyebiliriz.

Bu tabloda İttihatçılar açısından iki nokta ön plana çıkıyor; ilki, toplumsal dengeleri sarsmamak için radikal hamleler yapmaktan kaçınıyorlar, ikincisiyse, çoğu şeyi geniş yelpazede tartışmalarına rağmen “kuruluş”a dair net bir program geliştiremiyorlar ve bu anlamda programsızdırlar. Bu iki nokta İttihat Terakki iktidarının öznel sınırlarını oluşturuyor ve Osmanlı’nın kurtuluşunu nesnellikte, yani, önce İngiliz emperyalizminin, savaşın arifesinde ise Alman emperyalizminin programlarında aramaya başlıyorlar.

***

Ermeni sorununun tarihçesinde Zeytun Ayaklanmasını görüyoruz, 1780 tarihlidir, bölgede yaşayan Ermenilerin, IV. Murad döneminde verildiğini iddia ettikleri fermana göre, vergiden muaf kılındıklarını gerekçe göstererek, bölgeyi kontrolü altında tutan İşhan aşiretine vergi vermeyi reddettiklerini ve ayaklandıklarını görüyoruz, ilk kırılma noktalarındandır.

Diğer bir kırılma noktası, 19. yüzyılın ortalarında Balkanlardan ve Kafkaslardan Anadolu’nun doğusuna doğru gelişen Müslüman nüfus hareketliliği ile bölgede göçebe bir şekilde yasayan önemli sayıda Kürt nüfusunun yerleşik hayata geçmeye başlaması, toprak sorunu olarak gündeme geliyor; bu iki dinamiğin de doğudaki Ermenilerin topraklarına el koymaya başladığını görüyoruz.

Bununla birlikte, 93 Harbi’nde Osmanlı’ya karşı Carlık Rusyası ile ittifak yapan Ermenilerin bir bölümü, savaşın ardından Çarlık ordusuyla birlikte Rusya’ya göç ediyor, geride bıraktıkları topraklarına ise yine Kürt aşiretlerinin el koyduğunu ekleyelim.

Özellikle II. Abdülhamit döneminde, 19.yy’in sonlarında, Kürt aşiretleri ile “İslam” üzerinden geliştirilen ittifakı bozmamak için bu duruma göz yumuluyor, Ermeni sorununu baskı altına almak içinse çoğunlukla Kürtlerden oluşan Hamidiye Alayları kuruluyor, ardından gelen özellikle Ermenilere yönelik kırımlar sonucu birçoğu Rusya’nın güneyine göç ediyor ve el konulan topraklar büyük Kürt aşiretlerinin mülkiyetine bırakılıyor. Bu sürecin özellikle Kürtler ve Ermeniler arasında karşılıklı ilkel mülkiyet gasplarına ve katliamlara evrildiğini belirtelim.

1908 Devrimi ile birlikte Abdülhamit despotizminin yenilgiye uğramasının ardından Ermeniler terk ettikleri topraklara geri dönmeye başlıyorlar ve mülklerine el koyan Kürt ağalarıyla aralarındaki çatışmalar şiddetleniyor.

Toprak sorununun giderek derinleştiği ve kompleks bir durum halini aldığı sonucuna varıyoruz.

Toplumsal dengeleri sarsmamak adına İttihatçılar, Ermenilerin talep ettiği toprak reformunu uygulamaktan kaçınıyorlar; Paylaşım Savaşı’nın arifesinde önce Ruslar, sonra da İngilizler aracılığıyla Ermenilerle özerk yönetim üzerinde anlaştıklarını biliyoruz fakat bütün bunlar, hegemonya ve paylaşım krizinin gölgesinde kalıyor, hayata geçemiyor, 1914 yılıdır.

1915 olaylarının temel sebebi, mülkiyet sorunudur diyebiliyoruz; oluşmaya başlayan Anadolu’daki Müslüman burjuvazinin sermaye birikim sürecinde, zorla göç ettirilen Ermenilerin servetlerine ilkel gasp yoluyla el konması doğrudur ancak bu haliyle eksiklidir; kapitalist sermaye ilişkilerinin bütünlüğünde görmek zorundayız.

Birinci Dünya Savaşı’na Paylaşım Savaşı diyoruz, “paylaşım” ve “yayılmacılık” kavramları emperyalist programların özetidir, her iki kavramda birbiriyle iç içe geçmiştir.

Doğudaki toprakların, Osmanlı coğrafyasının üzerinde bir hegemonya savaşı olduğundan bahsediyoruz, emperyalist ve yerel-bölgesel güçlerin mülkiyet sorunlarının kesiştiğini göreceğiz. Bu kesişme bölgedeki halklar açısından iç savaş halini alıyor; iç savaş durumunun ise bölge üzerinde Bağdat Demiryolu projesiyle nüfuz alanını genişletmeye çalışan Alman emperyalizminin isine yaramayacağı ise çok açık.

Bu noktada retrospektife ihtiyacımız var; 1913’te Almanya tarafından Liman von Sanders’in (sonrasında Liman Paşa adı verilecek) başkanlığında gönderilen askeri heyetin, asil amacının Osmanlı ordusunu re-organize etmek olduğunu, Osmanlı ordusunun önemli yönetsel mekanizmalarına bu amaçla Alman askerlerinin getirildiğini; tehcirin, yani zorla göç ettirmenin, İttihatçılar tarafından keşfedilmediğini, o donem oldukça yaygın bir askeri araç olduğunu, Colman van der Goltz’un (Golç Paşa adını alacak) Fransa ve Belçika’daki zorla göç ettirme örnekleri üzerinden Çarlık Rusyası ile Ermenilerin ittifak yapmasını engellemek, bölgedeki Alman nüfuzunu artırmak için Ermenilere yönelik tehcir planlarını tartışmaya açtığını; İngiliz, Fransız ve Çarlık Rusyası sermaye sınıflarının Ermenilerle bölgesel planları üzerinden görüştüklerini, emperyalistlerin diplomatlarının Ermeniler adına siyaset ürettiğini; İttihatçıların sanıldığı aksine bütünlüklü programlarının olmadığını ve kaderlerini Alman emperyalizminin yayılmacı programıyla özdeşleştirdiğini bilmek durumundayız.

Suyu Ararken Yolu Kaybetmek: İttihatçılar, ‘Proto-faşizm’ ve 1915

1915’in, İttihatçıların Türkleştirme politikasının sonucu olduğu, hatta Nazilerin ittihatçıları örnek aldığı, bu anlamda proto-faşizm/ön-faşizm benzetmesinin doğru olacağı (Berktay, 28 Mart 2008)3 tezleriyle karşılaşmak mümkündür.

“Geriye doğru okumanın” çıktısı olan bu tezler, liberal tezlerdir ve tarih dışıdırlar ve ne yazık ki sola, sol tarihçiliğe de sirayet ettiğini biliyoruz. Sol, 1915’i uzun bir süre bu tezlerle tartışmıştır, hesaplaşmaktan bahsediyorsak, buradan başlayacağız:

“‘Türkleştirme politikaları’, Cumhuriyet Türkiye’sini geriye doğru “okuma”nın bir sonucudur. Türkiye Cumhuriyeti, homojen bir yapıyı gündeme getiren bir ulus devlettir, Cumhuriyet’i hazırlayan fikir hareketinin tabanını Meşrutiyet’te bulmak doğaldır. Ancak, tüm bu tarihsel perspektifin göz ardı ettiği bir gerçek vardır. O tarihlerde yeşeren “Türk milliyetçiliği” düşüncesinin, İttihat ve Terakki’nin benimsediği bir politika ve dolayısıyla devletin izlediği bir politika olarak görülmesi, mantık yürütmenin bir sonucudur. İttihat Terakki, Türkçü bir örgüt değildir; “milli” bir siyasal yapılanmadır. Osmanlı Devleti ise 1922’ye kadar Osmanlı’dır” (Toprak, 2006)

İttihat Terakki’nin “milli” olması tarihsel bir gerçekliktir fakat bu millicilikle faşizm arasında bir benzerlik bulunmamaktadır, İttihat Terakki için milli olan Osmanlı’dır, 1908 Devrimi’nden sonra anayasa tartışmalarında yurttaşlık tanımının altını doldurmaya çalışmaları; “tevhid-i tedrisat” tartışmaları; diğer etnik unsurlara anadilde eğitim yapma hakkının verilmesi ve ortak dil olarak Türkçenin kullanımına yönelik adımlar atılması ilk elden aklımıza gelen örneklerdir.

İttihat Terakki, ulus sorununa farklı bir perspektif geliştirmeye çalışıyor, bir alıntıyla devam edelim:

Mesela, Fransa’da cumhuriyet taraftarları nasıl ki cumhuriyeti tehlikede gördükleri zaman büyük bir kitle halinde saldırılar karşısında ayaklanırlarsa, bütün eski ihtilal cemiyetlerinden meydana gelecek İttihat ve Terakki Cemiyeti de, Osmanlı meşrutiyet idaresine ufak bir saldırı hissettiğinde bütün taraftarlarını ayaklanmaya davet etsin ve fakat Fransız cumhuriyetçilerinin muhtelif siyasi görüşleri besleyen zatlarından oluşan değişik parçalara ayrıldıkları gibi İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde de -fakat milliyet ve mezhep esasları göz önüne alınmamak şartıyla- asrın ihtiyaçlarının yol açtığı muhtelif siyasi kanaatlere sahip değişik partiler bulunsun” (Cemal Paşa, 2006, s. 377)

Ermeni tehcir yasası gündeme gelmeden önce Talat ve Cemal Paşalar, Tasnaksütyun Cemiyeti’yle ve diğer örgütlerle görüşürken bu öneriyi sunuyorlar; İttihatçıları bu Osmanlılık perspektifini geliştirmeye iten iki olgudan bahsedebiliriz, ilki, 1908 Devrimi’ne giden süreçte, sosyalistlerden Ermeni örgütlerine değin geniş bir cephenin Abdülhamit despotizmine karşı birlikte mücadele etmesi ve devrimi yapmaları, ikincisi ise gerici 31 Mart ayaklanmasının, yine bu fiili cephenin ortak mücadelesi sonucunda bastırılmasıdır. Bu bağlamda düşünürsek, Osmanlılık, İttihatçılar için bir idealdir, Osmanlılık ve Türkçülük arasındaki kopuş ve süreklilik sürecinde “çaresizlik” önemli bir kırılma olmuştur.

Bir Politik Enstrüman Olarak ‘Soykırım’ Kavramı

Ön not paylaşalım; burada 1915 için adlandırma tartışmasına girmeyeceğiz, ancak, soykırım kavramının kamuoyu manipülasyonuna açık olması önemlidir, incelemeye çalışacağız.

Genocide4, bir ırkın ortadan kaldırılması anlamına geliyor kabaca ve Türkçeye soykırım olarak geçiyor. Kavram, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya atılıyor, gelişiminde ise Nazilerin Yahudilere yönelik toplu katliamlarını referans alıyor. 1948’de ise Birleşmiş Milletler tarafından kabul ediliyor ve 1951’de ise yürürlüğe konuluyor; günümüze kadar, kavramın tanım alanı ve kapsamı 3 kez yenileniyor, önemli bir veridir.

Yenileniyor; kavram, kurgusal olarak kamuoyu manipülasyonuna açık bir şekilde tasarlanıyor ve insani duyguların kullanışına elverişlidir bu haliyle.

Hatırlayalım, güç olan, hayatın her alanını yeniden üretir; üretmek zorunda, üretmediği takdirde çözülür dedik, bir anlamı ve karşılığı olmalı.

Sermaye sınıfının şeyi olduğu gibi, bu kavramı da dönemsel ihtiyaçlarını karşılamak için yeniden ürettiğini kabul etmek durumundayız.

***

Bulgarian atrocities, bu anlamda çarpıcı bir örnektir, 1876 yılındayız.

Nisan Ayaklanması, Bulgar halkının, bölgedeki Müslüman büyük toprak sahiplerinin keyfi uygulamalarına karşılık, bağımsızlık talepleri sonucunda ortaya çıkıyor; merkezi iktidar, bölgedeki başıbozukları organize ederek ayaklanmayı bastırıyor, bölgede yaşayan Türkler ve Bulgarlar karşılıklı katliamlara maruz kalıyorlar. Yaşanan bu durumun ardından özellikle İngiltere, Türklerin 15-20 bin civarında Bulgar’ı katlettiği iddiasını kamuoyuna taşıyor; İngiltere gibi dünyanın dört bir tarafında sömürgeleri olan emperyalist bir ülkenin insani duygularla hareket ettiğini düşünmek, aptallık olmalı.

Trajiktir, çünkü insani duygular kullanılarak geliştirilen projeleri, Çarlık Rusyası’nın ayaklanmadaki rolüne ve nüfuz alanına karşılık, İngiltere’nin bölgede manipülatif siyasetle etkisini artırmaya çalıştığını, Osmanlı’yı bölgeden “savaşsız” bir şekilde kovmanın kamuoyunda meşruiyet kaynaklarının üretildiğini görüyoruz. Sonrasındaysa İngiltere’nin kamuoyuna servis ettiği rakamların gerçeği yansıtmadığı ve karşılıklı olarak toplamda 3 bin-3.500 kişinin yaşamını yitirdiği ortaya çıkıyor.5

Bulgarian atrocities, tarihsel bir örnek olmanın yanı sıra öğreticidir; emperyalizm, kitle katliamlarını nasıl manipüle edebileceğini, kendi çıkarları doğrultusunda nasıl şekillendirebileceğini; bir yere müdahale etmenin kendisi adına “meşru dayanaklarını” yaratırken, karşısına aldığı ülkenin egemenliğini, kamuoyu yoluyla nasıl zedeleyebileceğini keşfetmiştir.

***

Ermeni sorunu, kompleks ve uzun süredir gündemde olan bir başlık, “soykırım” iddiasının birçok kez politik manipülasyon aracı olarak yeniden üretildiğini görebiliyoruz, yakın tarihimizden iki örnek verebiliriz; AKP’nin iktidara gelmesi ile birlikte başlayan Avrupa Birliğe tartışmaları ve Hrant Dink ’in katledilmesi.

Bu iki tartışmada da “1915’le hesaplaşmak eşittir demokrasi” denkleminde yeniden üretilmiştir ve iki süreçte de yeniden üretilmesinde liberallerimizin payı büyüktür.

AB tartışmalarında, “AB’ye girmemizin önündeki en büyük engel 1915’tir, yüzleşmemiz ve tarihimizle hesaplaşmamız gerekir” tezlerinin papağan gibi tekrarlandığını biliyoruz; Hrant Dink’in planlı bir suikastle katledilmesinin ardından “faili 1915’tir, derin devlettir, hesaplaşılsın ve sonuna kadar gidilsin” tezlerinin üretildiğini hatırlıyoruz.

Cumhuriyetin ‘Soykırımı’: Hrant’ın Katledilmesi

Hrant’ın katledilmesi, yobazizmin Cumhuriyet’i tasfiyesinde çok önemli bir momentti.

Peki, Hrant’ı, “dostlarının” da dediği gibi, ülkede kaos yaratmaya ve askeri darbeye zemin hazırlamaya çalışan “ulusalcılar” mı katletmişti?

2007 yılı ocak ayına gelindiğinde artık Türkiye’de siyasi cinayetler döneminin bittiğini sanıyorduk. İçinizden, “bu kadar saf olamazsınız” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Evet, haklısınız! Belki de ziyadesiyle saftık. 2007 başında Türkiye’nin AB yolunda adımlar attığını, artık eski günleri geride bıraktığımızı düşünüyorduk. Hrant’ın tabutunun ardından gözyaşı dökerken sadece “aslan gibi” bir dostumuzu kaybettiğimize değil; belki de kendi makus kaderimize de ağlıyorduk. 2007 yılı haziran ayında Ümraniye’de el bombalarının bulunup Ergenekon soruşturması başlayana kadar, şahsen içinde yaşadığımız pisliğin boyutlarını idrak etmediğimi itiraf etmeliyim. Eğer Ergenekon soruşturması altı ay önce başlamış olsaydı, Hrant bugün aramızda olabilirdi” (Aktar, 15 Kasım 2010)6

Saflık, masumiyet içerir ancak liberallerimizin masum olduğunu düşünmüyorum, kullanışlı aptallık tabiri yerindedir.

Ergenekon operasyonlarına geliyoruz; operasyonlar başladığında,

liberallerin başını çektiği ve solun büyük bir kısmının da desteklediği “sonunda derin devletten kurtuluyoruz kutlamaları”, “sonuna kadar gidilsin” kampanyası ile zirve yapacaktı, gerçek bu mudur, bu kadar basit midir?

Hrant’ın katledilmesi, şüphesiz planlıydı ve bütünlüklü bir operasyonun parçasıydı; bu suikast, birinci Cumhuriyet’in tasfiyesi anlamına gelen Ergenekon operasyonlarına meşruiyet kaynağı sağlamak için organize edilmişti, bu anlamda başarıya ulaşmıştır.

Hrant’ın katili ise çok uzakta değildi, yürüyüş kortejinin en önünde saf tutuyordu ve özetle katil, emperyalizm ve AKP-Cemaat koalisyonudur; “dostlar” ise katilin gizlenmesine yardım etmiştir.

Soykırımla Yüzleşmek’ Tezinin İkiyüzlülüğü veya Ermeni Sorununun Çözümü Mümkün Mü?

İnsanlığın kurtuluşunu merkeze koymak ve şüpheci olmak…

Soykırım tartışmasının birden fazla çıktısını görebiliyoruz; emperyalizmin dönemsel ihtiyaçlarına ve açılımlarına olanak tanıdığını, bölgenin re-organizasyonunda gerilimi yükseltmek için bir enstrüman olarak kullandığını, Türk ve Ermeni şovenizmlerine alan açmak yoluyla, işçi sınıfının iktidar mücadelesinden uzaklaştırıldığını, edilgenleştirildiğini sayabiliyoruz, görmek ve göstermek durumundayız.

Liberalizmin solun aklına saldırısının ve sonuç olarak politikleştirmesinin defteri Haziran 2013’te kapanmıştır; liberalizm kendini yeniden üretememektedir ancak solun aklında yarattığı tahribatın kalıntıları hala ortada durmaktadır, “vicdan solculuğu” da diyebiliriz, bu anomali durumuna son vermek zorundayız.

Soykırım tartışmasının pek gündeme getirilmeyen ancak tartışmanın kilit noktası diyebileceğimiz tazminat kısmı önemlidir, sorgulamak durumundayız.

19 Eylül 2014’te Ermeni Soykırımı tazminat araştırma grubunun son raporu yayınlanıyor, “Ermeni soykırımına yönelik adil çözüm-tazminat” başlıklı raporda birtakım “çözüm” önerileri sıralanıyor; 5. öneride, mülklerin iadesi ve mülk kaybı, ölüm ve zulmün telafisi başlığında 70 milyar-105 milyar dolar arası değer belirleniyor, devamındaysa, “araştırma grubu, başkan Woodrow Wilson’ın yargısal kararıyla belirlenmiş alanın siyasi değişimini (transfer) en doğru şekil olarak düşünmekle birlikte alternatif arayışını da sürdürmektedir” notu ekleniyor.7

Sözümüzü söylemek için acele etmeyelim; sırasıyla, aynı yola çıkan ve birbirini tamamlayan perspektifleri paylaşmak istiyorum:

24 Nisan 2015’ten sonra Ermeni davası, tazminata yönelik hukuki ve siyasi çabalarına daha da büyük yer verecektir. Türkiye inkâr davasında daha izole hale gelecek.”8 – Ken Hacikyan, Ermeni Davası Amerika Komite Başkanı

Bunun iyi olacağı kanaatindeyim. Bugün herkes bir soykırım olduğunu biliyor, tanıma değil artık tazminatlar meselesi öncelikli olmalı. Yeni paradigmanın bu olması gerektiğini düşünüyorum.”9 – Gaidz Minassian, Fransız gazeteci ve siyaset bilimcisi

Ve bunun lamı cimi yok. İşte bu vermeyi kazanç olarak formüle etmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Bu vermede, kurtarılacak insanlık, kazanılacak insanlık olduğunu görmek ve anlamak gerekiyor. (…) Söylediğim gibi, vermenin kendisinin de büyük bir kazanç, bir getiri olduğunu düşünebilirsek, bu kazancı hem maddi hem manevi olarak tanımlayabilirsek, sorunun çözümünde bir adım daha ileri gideriz, diye düşünüyorum.”10http://repairfuture.net/index.php/tr/ermeni-soykirimi-tanima-ve-tazminatlar-turkiye-den-bakis/turkiye-2015-i-en-az-hasarla-atlatmaya-calisiyor[/efn-note] – Taner Akçam, Tarihçi

Ermeni sorunu, mülkiyet sorunudur; başlarken bu tanımı yaptık, tarihsel verilerle açıkladık ve yine buraya geliyoruz.

Ermeni sorununun çözümüne dair geliştirilen perspektifin önemli bir halkasıdır tazminat başlığı; gerçekçi mi? çözebilir mi? Bu soruları soruyoruz ve doğru sorulardır.

Cevabını sona saklamayacağım, çözümün buradan geçtiğine inanmıyorum. Yazının başından beri bir noktanın altını ısrarla çiziyoruz, mesajın yerini bulduğunu varsayıyorum; sermaye sınıfı hayatın her alanını yeniden üretirken, kendisini de yeniden üretmek zorunda, yoksa çö-zü-lür; bu kadar basittir ve bizim sadeleşmeye ihtiyacımız var.

Çözüm olarak sundukları şey, yeni bir mülkiyet sorununun ortaya çıkmasıdır ve bu tartışmada işçi sınıfını göremiyoruz. Önemli bir veridir, alıntıları yaptığımız sitenin proje ortaklarına bakılsın ve şeytan ayrıntıda gizlidir.

70-105 milyar dolar aralığı, bahsedilen rakamlar, minimumdur, tazmini konusunda ne öneriyor pek akıllı liberallerimiz? Sonrasında gelişebilecek sürece dair komplolar üretebiliriz ancak görmemiz gerekiyor, bu talebin siklet merkezinde sermaye sınıfı bulunuyor.

İşçi sınıfını göremiyoruz… Sınıflar mücadelesini rafa kaldırmadıysak ya da buna niyetli değilsek düşünmek durumundayız ve biz işçi sınıfının iktidarı için mücadele ediyoruz.

Soykırım kavramının endüstriyel sektör olarak yeniden üretildiğini görüyoruz, manipülasyon buradadır ve siyasidir; göremeyenler ve anlayamayanlar için abc’sini de yazmış bulunalım, pek hayırlıdır: a) soykırım kavramı, kapitalizmin dönemsel ihtiyaçlarını karşılamada elverişlidir, b) soykırım, kavramsal olarak, kapitalist düzende endüstriyel sektör haline gelmiştir ve yeniden üretilmektedir, c) saldırı ise milliyetçiliklere değil, Türk ve Ermeni işçi sınıfınadır.

“Çıkıntılık yapmak kolay, bak, onlar hiç değilse perspektif geliştirmişler, solun ne dediği belli bile değil?” hezeyanlarını duyuyorum; çaresizlerdir.

Haziran 2013’te halk Taksim’e çıkarma yaptığında, ikinci Cumhuriyet’in medyasının Gezi’yi terör yuvası olarak yansıttığını gördük, “Bunlar bizi terörist gösteriyorlar şimdi, demek ki 30 yıldır Kürtleri bize böyle anlatmışlar” refleksi gelişmişti karşılığında, yerindeydi ve ortak mücadelenin adresini tarif ediyordu, çözüm buradadır; hem Kürt sorunu hem de Ermeni sorunu için. Birlikte mücadele için kapıyı açmıştır ve kardeşçedir; gerçek bu kadar yalın ve somuttur. Şu çıkarımı elde ediyoruz: coğrafyamızdaki tüm sorunların cevabi “devrimimizde” tekleşmektedir.

Bitirirken

Sadeleşmeye ve fazlalıklardan kurtulmaya ihtiyacımız var demiştik, alan temizliğini ve kendi yöntemimizi oluşturmayı aynı anda yapmaya çalıştık, önemli bir girişim olarak görüyorum bu çabayı.

“Gençlik cüretti” tekrarlıyoruz; yazımız bu iradenin, hayatın her alanının yeniden üretilmesi gerektiği iddiasının çıktısı olarak okunmalı, anlamı buradadır.

Haziran 2013’te dağıttığımız liberalizmin “gerici” ideolojisiyle hesaplaşıyoruz ve kalan artıkları temizliyoruz; bu tezleri papağan gibi tekrarlayan “solcuları” da pas geçmiyoruz, iddiamız bunu gerektiriyor.

İddiamız, “yeni” olanı aramak ve yaratmaktı; yineliyoruz.

***

Sorumluluk ve zorunluluk…

Yarının sahibi olan Türk, Kürt ve Ermeni halkları adına üretiyoruz, üretmeye devam edeceğiz, sorumluluğumuzdur.

Acılarla yüklü tarihimizle ise ancak onu geleceğe taşıyarak, iktidarı alarak hesaplaşabiliriz, bunun farkındayız, zorunluluğumuzdur.

Bugün, sorumluluğumuzun ve zorunluluğumuzun kesiştiği noktadayız.

Bu duyguyla 1915 in 100. yılında yitirdiklerimizin acılarını yüreğimizde hissediyoruz.

Yazımızı bitirirken, Hrant’ın “su, çatlağını buldu” öyküsünü hatırlıyoruz, hüzünleniyoruz, yüreğimiz acıyor ve öfkeleniyoruz…

Öfkemizi, emperyalizmin de emperyalizm yardakçısı liberallerin de Türk ve Ermeni şovenizmlerinin de ellerine bırakmayacağız; coğrafyamızı kana bulayanlarla biz hesaplaşacağız, iktidarı alarak!

Ve son olarak;

işçi sınıfının iktidar mücadelesinde elbet,

“su, çatlağını bulacak!”

Dipnot

  1. http://gencgazete.org/akademi-olmeli-cunku-utopyamiz-yasamali-bilim-yasamali/
  2. Öztürk, Fuat, 1908 Devrimi’nden Bugüne: Aydınlanma Mirası, 2015, Yeni Yazılar, Sayı 9
  3. http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/halil-berktay/ittihatcilarin-ve-rus-sosyal-demokratlarinin/1708/
  4. Birleşmiş Milletler’in soykırım suçunun önlenmesine ve cezalandırılmasına dair sözleşmesinin tamamı: http://www.ombudsman.gov.tr/contents/files/32702-Soykirim-Sucunun-Onlenmesine-Ve-Cezalandirilmasina-Dair-Sozlesme.pdf
  5. http://www.jasstudies.com/Makaleler/1458591049_12-Yrd.%20Do%C3%A7.%20Dr.%20BA%C4%9E% C3%87EC%C4%B0%20Yahya-yay%C4% B1n.pdf
  6. http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/ayhan-aktar/hrant-in-hikayesi/13813/
  7. http://repairfuture.net/index.php/tr/ermeni-soykirimi-tanima-ve-tazininatlar-ermenistan-dan-bakis/soykirima-dair-ermenistan-da-adalet-talepleri
  8. http://repairfuture.net/index.php/tr/ermeni-soykirimi-tanima-ve-tazminatlar-baska-bir-bakis/ermeni-soykiriminin-yildoenumu-24-nisan-2015-e-yoenelik-beklentiler-neler
  9. http://repairfuture.net/index.php/tr/ermeni-soykirimi-tanima-ve-tazminatlar-baska-bir-bakis/ermeni-soykiriminin-yildoenumu-24-nisan-2015-e-yoenelik-beklentiler-neler