Akın Art (Bilgi Üniversitesi Uluslararası Ekonomipolitik, Nazım Hikmet Akademisi Edebiyat Bölümü öğrencisi): Yuvarlak Masa köşemizin ilkini gerçekleştirdiğimiz için genel bir açıklama yapmak yerinde olacaktır. Farklı disiplinlerden gelen ve farklı formasyonlara sahip öğrencilerin aynı konuyu tartışması üzerinden, dergimizde düzenli hale getirmek istediğimiz bir köşe tasarlamak istedik. Böyle bir köşe yapmamızın en önemli sebebi, üniversitelerin disiplinlerarasılıktan hayli uzak olması. Biz ise, disiplinlerarası tartışmaları, katkıları, etkileşimleri ve bağları önemsiyoruz. Bu sebeple böyle bir kısım yapmak istedik dergimizde ilk oturumumuzun konusu, Michael Haneke’nin son filmi “Amour”.
Neden başka bir filmi değil de Amour’u seçtik? Bu seçimin en önemli sebebi, çoğumuzun hemfikir olacağını düşündüğüm nokta şu: Fazlasıyla tedirgin edici filmler çeken bir yönetmen olan Haneke’nin imzasını Amour isimli bir filmin altında görmenin tek başına ilginç bir şey olması. Bu ilginçliğin altını çizdikten sonra, yavaş yavaş tartışmaya geçelim. Sözcükler dergisinde Amour filmiyle ilgili Hakan Savaş imzalı bir yazı okumuştum. Şuna değinmiş: 2010 yılının Sevgililer Günü arifesinde bir anket yapılmış ve bu anketin sonucunda “amour”, dünyanın en romantik sözcüğü seçilmiş. Buradan yola çıkarak yazar, Amour’un Türkçeye aşk olarak çevrilmesini de eleştiriyor. Amour sözcüğünün bu filmde kullanılmasının sebebi bir ironi ve bunun karşılığında aşk gibi bir sözcük kullanmanın anlamsız olduğu belirtiliyor yazıda. Filmde aşk birçok şeye eşlik ediyor. Şöyle diyor Hakan Savaş; hani Attila İlhan “ayrılık da sevdaya dahil” der ya, bu filmde cinayet, yalnızlık, bencillik ve daha birçok şey aşka dahil. Alıştığımız klasik ve popüler aşk kavramının cok dışında bir aşk bize yansıtılıyor. İsterseniz buradan baslayalım. Amour sözcüğünü aşk diye çevirmek ne kadar doğru? Ne dersiniz bu konuda?
Ali Cağlar Özkan (Boğaziçi Universitesi Sponta neus Film Yapım Atölyesi): Öncelikle disiplinlerarası, etkileşim ve birliktelik tartışmasına dair ben de bir ek yapmak istiyorum, mesela sinema çalışırken yönetmen olarak gidip ışığı kurmasan bile ışıktan anlaman gerekiyor ve diğer işleri yürüten insanlarla ortak çalışıp ortak hareket etmelisin ki istedigin filmi elde edebilesin. Benzer bir yerden, üniversite öğrencisinin de pek çok konuda kendini geliştirmesinin önemli olduğunu düşünüyor, böyle bir köşenin bu yüzden çok değerli olduğunu belirtmek istiyorum. Soruna gelecek olursak, ben şöyle düşünmüştüm, bu adam iddialı bir adam, sinemada takip edilen bir adam. Yeni bir film yapiyor ve adını “Aşk” koyuyor. Hani senin söylediğin gibi çok güçlü bir kelime. Sadece sinemada değil, diğer sanat dallarında da sinema gibi “aşk” kavramının merkezinde çok fazla eser üretilmiştir. Sen şimdi gidip bir şey üretiyorsan ve bunun da adına Aşk diyorsan, bu çok iddialı bir şey olmak zorundadır. Direkt şunu düşündürüyor: Acaba aşkla ilgili yeni bir şey mi var? Yoksa yeniden belli bir temada, çok güçlü bir şeyle mi karşılaşacağız? Meydan okuma gibi bir şey bu ismi seçmesi bence.
Mustafa Öcalan (Galatasaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Kulübü): Lafını bölüyorum ama tarif ettiğin meydan okumayı, tersten giderek de okuyabileceğimizi düşünüyorum. Örneğin, filmi izlerken şunu düşündüm: Bir önceli var filmin. O da filmin adı, Aşk. Zaten ağır ağır giden, yavaş bir film. Film boyunca aşkı izlediğini düşünüyorsun. Ya da aşkın bir yanını, bir parçasını… Bunun tek sebebi de filmin adının Aşk olması. Mesela Haneke filmin adını ölüm koysaydı, şu anda burada biz ölümü konuşuyor olacaktık. Ben ortada ince bir hesap olduğunu düşünüyorum. Demiş ki, filmden sonra aşk konuşulsun ama içinde ölüm de olsun. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Dediğim gibi, bence filmin adı Aşk olmasaydı, biz burada aşkı konuşuyor olmazdık.
A.Ç.Ö.: Mesela aşkın ızdırabı, aşk ve ölüm, aşk ve hastalık tarzı bir şey olsaydı -belki de şairane bir tutum da olabilir- kelimelerden olabildiğince kurtulma, tasarruf etme ve teke-basite indirgeme şeklinde de olabilirdi ama yine de ben şöyle düşününce, bütün dünyadaki bu adamın takipçilerini, sevenlerini tanıyorsam, ters yönde bir beklentisi olduğu için koyuyordur. Mutlaka ve mutlaka bunu bildiği ve hesaba kattığı için aşk koyduğunu düşünüyorum.
Arda Özel (Bilgi Universitesi Sosyalist Düşünce Kulübü): Çok da içerikle ilgili olduğunu sanmıyorum ben de.
Ercan Akkaya (Boğaziçi Üniversitesi Spontaneus Film Yapım Atölyesi): Ben de temeline dair bir şey söylemek istiyorum. Belki de hatta aşkın temeline dair. Mesela şimdi filmin genel gidişatına baktığımızda, dediğiniz gibi kimisi yavaş olarak tanımlıyor, kimisi onu yavaş yavaş biriktirip bir anda bir kopuş olarak değerlendiriyor. Hatta şaşırtıcı bir kopuş. Ben de mesela ilk izlediğimde, sonunda gösterdiği o kopuşu hissedememiştim. Ama tekrar izlendiğinde aslında yavaş yavaş biriktirdiği görülüyor.
M.Ö.: Sonda verdiği kopuş?
E. A.: Öldürme durumunu söylüyorum, evet. Sonra delirmeyi de bunun içine katabiliriz. Tekrar izlendiğinde, bütün filmin çok sistematik bir biçimde birikerek gittiği ve o karakterden, öldüren karakterden böyle bir şey yapmasının beklenebileceği, filmin baş kısımlarında da görülebiliyordu. O yüzden ben, yavaştan çok, filmin birikerek sona doğru ilerlediğini düşünüyorum.
A. Ç. Ö.: Bu arada biraz önyargıyla başlayıp, belki tartışmanın seyri değişebilir diye söylüyorum, buradaki herkes filmi iyi buluyor mu? Nasıl bir film sizce?
M.Ö.: Açıkçası bence filme -35 ibaresi konulmalı, hani +18 gibi. Yaş sınırlaması yani. 35 yaşın üstündekiler izlemesin. Sonuçta 35 yaşın altındakilerin ölümle arasında daha fazla mesafe var. Örneğin ben 50 yaşımda izlesem bu filmi, çok korkarım. O yüzden bence 35 yaşın üstündekiler izlemese daha iyi olabilir.
A. Ç. Ö.: Yani filmi güçlü buldun?
M: Ö.: Evet, evet. Kendi izlenimimden bahsediyorum. Sinematografik bir analiz değil tabii ki.
E. A.: Benim iyi bulduğum kısımları da, Haneke’den beklemeyeceğim gereksiz davranışların gösterildiğini düşündüğüm kısımlar da var. Çok kısa söyleyeyim. Spot şeklinde söylüyoruz ya, atmosferi, oyunculuğu ve tamamen stüdyo olan bir yeri yaşatmasını, oraya yaşam katmasını sevdim. Sevmediğim kısmıysa, Haneke’ye yakışmayacak bir şekilde bence, şaşırtmak için uğraşması seyirciyi. Filmin sonuyla alakalı. Daha düz akabilirdi.
A. A.: Ben de çok güçlü buldum filmi. Haneke farklı bir şey yapmış, dediğin gibi, benim de adamın öldüreceği çok çok uzun bir süre aklımın ucundan bile geçmedi filmi izlerken. Ama birkaç küçük sinyal vardı sanki. Adamın gözünün önünde eşinin erimesine karşı duyduğu merhamet ya da bencillik. Bunu da tartışınız ayrıca. Ercan’ın “Haneke den beklenmeyecek” vurgusuna katılıyorum. Ama Haneke’nin kendi filmlerinin dışında biraz daha farklı bir film yapması benim için artı bir şey. Ben Ercan’ın eleştirdiği şeyi, olumlu bir özellik olarak görüyorum
A. Ç. Ö.: Tek zıt görüş ben olacağım galiba. Vasat buldum ben filmi. Tam olarak neden vasat bulduğumu tarif edemeyebilirim ama aklıma gelen şöyle bir örnek var. Mesela bu filmi Uğur Yücel yönetmiş olsaydı, daha çok kişi vasat bulurdu diye düşünüyorum. Onun dışında belki de sevdiğim tarzda bir film olmadığı içindir. Bence işçiliği de çok ince değildi.
M.Ö.: Bağışlayın bölüyorum ama işçilikten tam olarak ne anladığını biraz anlatır mısın? Bir parantez açayım: Benim için mesela sinemada işçilik, daha çok filmin bana hareket katabilmesiyle ilgili. Bu film açıkçası beni harekete zorladı. Kadın felç geçirdikten sonra yatağında uzandığı sahneyi hatırlayın. Tek koluyla kitap okumaya çalışıyor bu sahnede. Yavaş yavaş, hani sanki yanı başında gerçekleşiyormuş gibi bütün hareketler. Ve ben bu sahnede gerçekten tek kolla kitap okumanın nasıl bir şey olduğunu merak ettim. Filmi durdurup en yakındaki kitaba uzandim ve tek kolla kitabı okumayı denedim. Bu bence iyi işlenmiş olduğunu gösteriyor. izleyiciye hareket katıyor.
A. Ç. Ö.: Ben de çok klişeler üzerinden gittiğini düşündüm. Mesela apartman görevlilerinin göçmen olması, iki yaşlı ve bir hastalık, sonra kadın güçten düşecek ve karşılaştığı bütün zorlukları adam göğüsleyecek. Bence bütün bunları sunuşunda bir yenilik yok. Bir özenme yok. Yaşlıların birbirlerini hala sevdikleri düşünülüyor ama ben çok inanmıyorum, hastalık sonrası çocuklar devreye giriyor. Çocukların kendi hayatları sorunlu. Tam da o gelir grubu ailelerinin yaşadığı standart şeyler, üstelik aşk üzerine sayısız eser varken. Beklendiği gibi ilerledi ve bitti. Çok öznel olmakla birlikte, benim için vasattı.
A. A.: Yani filmin imzasından dolayı abartıldığını düşünüyorsun.
A. Ç. Ö.: Aşk kavramı ile Haneke’nin Aşk’ı birbirine çok uzak gibi geliyor.
M. O.: Bu çok doğal değil mi? Hatta olması gereken de bu değil mi? Yani Aşk filmiyle Haneke’yi, bu noktadan sonra nasıl birbirinden ayrı ele alabilirsin ki?
A. Ç. Ö.: Ben de zaten temel olarak buradan eleştiriyorum. Amour’la değil de, Haneke-Amour’la film tam oluyor.
A. A.: Önemli bir nokta bence. Ben bir iletişim bilimci değilim ama iletişimde bize bu estetik mesajı ileten medium’un üzerindeki her şeyin kıymeti vardır ya, afişteki film adinin da, yönetmen isminin de bir kiymeti olduğunu belirtmek lazım. Beynimize bir sinyal gönderir bu afişler: HANEKE! Haneke tedirgin edici filmler yapar! Afişin altında. Aşk yazdığı zaman bu bu aşkın tedirgin edici bir aşk olduğu çıkarımını yaparız.
Şimdi başka bir yere sıçrayalım. Benim okuduğum yorumlar kabaca ikiye ayriliyor. Kimisi filmde bitmeye mahkum bir aşk olduğunu ve filmin bu bitmeye mahkum aşkın dramını anlattğını, kimileri de ortada bir aşk olmadığını, adamın bencilliğinin de ortada gerçek bir aşk olmadığı için filmin sonlarına doğru ortaya çıktığını söylüyor. Toparlayıp sorarsak, ortada bir aşk var mı yok mu? Bunun üzerinden aşkın ne olduğunu da konuşabiliriz.
M. Ö.: Kisaca cevaplayayım bence kesinlikle ortada bir aşk var. Bunun en temel argümanı da adamın kadını öldürdüğü sahnede, öldürme kararının kadının “acıyor acıyor” şeklinde bilinçsiz haykınşları sonrasına denk gelmesi
A. Ö.: Benim burada karşı bir tezim var. Yine o sahneden hareketle ve filmin tek sahnede geçmesiyle ilgili George küçükken gittiği yaz kampını anlatmaya başlıyor ve o yaz kampında annesine mektuplar yazdığını, mektupta ya çiçek ya da yıldız çizdiğini. Yıldız, mektuplarda George’un mutsuz olduğunu anlatıyor ve bütün mektuplarında yıldız olduğunu belirtiyor. En sonunda hikayeyi bitirirken, sanırım difteriden ötürü karantinaya kapatıldığını ve bu yüzden çok mutsuz olduğunu belirtiyor. Bu noktada filmin neden tek mekanda geçtiği bir anlam kazanıyor. George yine kendisini karantinaya kapatmış hissediyor ve en sonunda kadını öldürüyor. Ben en sonunu da şu şekilde yorumlamıştım. Bu karantina atmosferi sonrasında kendini camdan aşağı atıyor ve bu ölmüş aşktan ölüm getiren aşktan kurtuluyor.
E. A.: Bence soruyu şu şekilde yeniden kurabiliriz. hastalık yokken aşıklar mı? O esnadaki aşk tanımı, bizdeki aşk tanımına uyuyor mu? Hastalık böyle bir kırılmaya mı denk geliyor? Hastalık öncesinde de çok büyük bir aşk vardı diye okuyabilir miyiz? Ya da aşk degil de, 40 yılın getirdiği kaçınılmaz bir dostluk, aşkın arkadaşlığa, aşkın alışmışlığa dönme durumu olarak mı yorumlayacağız? Yoksa aşık değillerdi de çok iyi arkadaşlardı ve sonrasındaki süreçte iki dostun başına gelenler mi anlatılıyor? Başında aşıklar mıydı, değiller miydi?
A. Ö.: Ben bu noktayı şöyle yorumluyorum, bu çiftin yaşadan birebir bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Muhtemelen bu olay, çiftin hayatındaki ilk büyük sorun. Çünkü çiftin kızları eve geldiğinde, ben sizin flörtleştiğinizi duyardım ve bu benim çok hoşuma giderdi diyor. Filmin ilk sahnelerinde de George, bu akşam da çok güzelsin diyor kadına ama sonraki sahnelerde hiç bu şekilde bir sevgi gösterisine rastlamıyoruz. Yani eşine bir sarılma öpme gibi bir sevgi gösterisi yok.
M. Ö.: Ben katılmıyorum söylediklerine Filmin başını hatırlayalım. Önce ölüm gösteriliyor. Sonra bir anneanne ve babaanne birlikte yaşıyorlar, torunları başlarından savmışlar. Ama hastalıkla birlikte, bu çiftin arasındaki aşk gün yüzüne çıkıyor. Çünkü sonuçta, kanaatimce de, aşk hiçbir şey yokken ortaya çıkacak bir şey değil. O aşkın hayat bulacağı bir zemin olmak zorunda. Benim için filmdeki aşk olgusunu yaratan şey kadının hastalığı sonrası, çiftin ilişkisi.
A. Ç. Ö.: Ben kadının hastalanmadan önce de adam dan faydalandığını düşünüyorum arkadaş olarak, bir yaşlılık dönemi partneri olarak. Geçmişlerini bilemeyiz ama o günlerde alışkanlık, arkadaşlık, faydacılık, o eksende bir ilişki olduğunu düşünüyorum kadın tarafında. Adama karşı aşk yok bence. Adamda da sevgiye donüşmüş bu durum ve biraz daha duygu dengesizlikleri yaşayan, daha alttan alan, daha çok seven tarafmış gibi görünen davranışlarla karşılaşıyoruz. Onun da hastalıkla beraber yeniden bir aşk heyecanına dönüşen duygular içerisinde olduğunu düşünüyorum. Adam, bu kadın ile beraber olabilmek için çok uğraşmış olabilir. Mesela ikili sahnelerde bile adam daha altta, kadın daha böyle senelerdir kendisinden taviz vermemiş gibi duruyor. Aralarında belki bitmiş bir aşk olabilir. Ama dediğiniz gibi, hastalıkla beraber tekrardan ateşlenen bir durum var. Ama bu aşkın da gerçek aşk olmadığını, tamamen tek taraflı olduğunu düşünüyorum. Tek taraflı, çaresiz ve acı veren bir durum olduğunu düşünüyorum. Bu filmde de aşk dışında her şeyden bahsediliyor bence. Adı aşk olmasına rağmen örneğin bu kadın bir davette, bir adamdan çok etkilenebilir hala. Ama adam bunu yapmaz diye düşünüyorum. Zaten filmde bunun tek taraflı olduğunu da söylemiştim. Elbette bir aşk uzmanı falan değilim ama aşkın da o kadar uzun sürebileceğini düşünmüyorum. Gençlikten o yaşa kadar devam edemez. Ne bileyim, duyguları eşit değil, çocuklar hastalık halinde bile kopuklar. Aşk dolu bir dünya, benim görüşüme göre daha mutlu olur. Biz böyle iyiyiz, çocukları boşver diye bir şey olamaz.
M. Ö.: Bence olur. En başta o “mutlu aşk” kavramını bence belli bir zaman dilimine sıkıştırmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Dostluk, aşk, arkadaşlık gibi bir ayrım da külliyen yanlış. Çünkü böyle bir sağlıksız ayrıımda, bir süre sonra gençlik aşkı gençlik aşkı sonrasının 20 yılının dostluğuna, dostluk sonrası arkadaşlığa, 90-100 yaşlan arasında da ölum ahbaplığına uzanıyor. Bu benim kesinlikle karşı çıktığım lineer, doğrusal bir seyirdir. Hatta varsin olsun, savsınlar çocukları ne olmuş? Ama şurada haklısın, kadın adam karşısında daha bir bencil. Bir söz vermesini istiyor ya adamın, kendisini hastaneye yatırmaması için. Bu söz adama çok büyük bir yük bindirmek anlamına geliyor. Bu açıdan kadın için biraz daha kolay olduğunu söyleyebiliriz ilişkinin. Ama bence bu kadar bencillik de güzel bir aşka dahildir. Sonuç olarak çok temiz bir aşk var ortada
A A: Ben de senin gibi düşünüyorum büyük ölçüde. “Amour’ sözcüğünün seçilmesi de bununla alakalı. Aşkın, sadece romantik bir ambalaj olarak kullanılmasına bir itirazı varmış gibi geliyor. Burada anlatılan aşk, bir anlık duygulanma hali, bir anlık tutku hali ya da bağlı olma hali olarak tanımlanabilecek bir şey değil. Bana, bu çiftin başına gelen şeylerin tamamı aşktır demek istiyor gibi geliyor.
Çocuklar, henüz çocukken anne ve babasının cilveleşmelerini duyduklarını söylüyor mesela. Bir aşk söz konusu, bence bir aşk var. Ama bize pazarlanan paketlenen, bahsettiğim şekilde sunulan bir imge olarak aşk yok.
A. Ç. Ö.: Ben biraz aşk kötülemesi olduğunu düşünüyorum bir anlamda. Diyelim ki, ben şüphelerimden ve sevmediğim şeylerden vazgeçtim ve bu iki insanın birbirine aşık olduğunu kabul ettim. Bu konuda film çalışıyor diyelim. Bu noktada kadın, hastaneye yatırılmak istemedi ya, bir bakıma, adamı da mahkum etti ölüme. Hani ben öleceğim, benle beraber sen de bir şekilde tadacaksın ölümü, göreceksin, yaşayacaksın, sen de öleceksin benle beraber dedi. Bunun aracı olarak da aralarındaki aşkı kullanıyor. O adamın kendisine bağlılığını kullanıyor diyelim. Aşkı kullanarak adamı da mahkum etmiş oluyor. Adamın bu mahkumiyetten çıkmak için kadını öldürmesi gerekiyor. Ve adam da kendisine böyle bir yol seçiyor. Benim bir sorum var bu arada. Merak ediyorum ne düşündüğünüzü. İki tane giriş sahnesi var filmde. Bir final gösterdiği sahne var. Onu da tadımlık koymuş ki, ne olduğunu bilemiyoruz. Bir de gerçek anlamda film başladığı zaman, uzun bir süre boyunca konser izleyicilerinin çekildiği bir sahne var.
M.Ö.: Aranızda sinemanın en uzağında konumlanan kişi olarak söz alayım. İlk başta hakikaten cok garipsedim. Herhalde bu konserde birileri ölecek, biri birini bıçaklayacak falan diye düşündüm. O kadar uzun süre ver sen o sahneye, sonra hiçbir şey olmasın. Ama şunu fark ettim: o kadar konser izlemişimdir, hiç konser izleyenleri izlememişim. O açıdan güzeldi ama olmasa da olurdu.
A. Ç. Ö.: Öncelikle şu net, yönetmen o sahnede bize bu iki insanla ilgili bir şey anlatmıyor. Filmin ilk sahnesi, biz karakterleri tanımıyoruz ve o toplamda onlara odaklanmamız olanaksız. Bu nokta önemli.
M.Ö.: Bence sırf hakkında konuşulsun diye de yapılmış olabilir. Böyle şeyler de var sinemada.
A. Ç. Ö.: Bunun bir cevabı olmalı; çünkü bu tarif ettiğin kanıya varmış olmamız, Haneke’nin hiç hoşuna gitmezdi.
A. Ö.: Dediğine katılarak bir şey ekleyebilirim. Afişten ya da oradan buradan gördüğüm resimlerden yola çıkarak, çifti konser izleyicileri arasında aramıştım hatta. Ama görememiştim. Belki kendini sinema seyircisi olarak düşleyip böyle bir şey yapmış olabilir.
E. A.: Buna yakın bir okuma da var aslında. Haneke, artistik olarak da güzel kadrajlarla sizi doyurabilen birisi. Dedik ya, afişten isimden, yönetmenden bir sürü beklentiyle çıkıyorsun izlemeye. Hop, pata küte bir giriş sahnesi. Polisler kapıyı kırarak cesedi buluyor. Sonra da bir konser sahnesine geliyorsun. Sakin olun demek için kullanılmıştır belki de. Haneke, o gümbürtüyü sakinleştirmek için koymuş olabilir.
A. Ç. Ö.: Bir de şu var. İlk yaptığı, teknik bir şey. Seni filmin içine sokmak için, otur izle demek için yaptığı bir hamle. Şimdi seni koltuğuna oturttuktan sonra yönetmen, kuracağı her şey için serbesttir artik 30 dakika sıkılmadan oturup izleriz muhtemelen durağan bile olsa. İşte onu aldıktan sonra bir de şu var: Acaba Haneke nasıl bir atmosfer yarattı, kamerayı nereye koydu? Ne seçti kendine, önüne ne koyacak? Bunun çok fazla fetişisti de var hani. Bütün bunlar sıfırlamak içindir diye düşünüyoruz. Grenli, insanların yüzlerinin artık sahne ışığından dolayı kırmızıya kaydığı, hani hata diyebileceğimiz bir tona kaydığı, kadrajın özensiz, sanki geniş açısı çok yetmemiş gibi, olabildiğince durağan ve bilinçaltımıza oynayan bir tercih görüyorum. Artık tamamen kendini teslim ediyorsun, kalbin atışı, nabız yavaşlıyor. Hamur gibi seyirci oluyorsun. Ve sonra karakterler eve gelirler, artık üstüne gelen her şey kabulündür. Böyle bir oynama yapmış olabilir. Ama bu tarz usta yönetmenler, bir taşla birden fazla kuş vurmaya kalkışabiliyorlar. Yani bunun dışında da başka şeyleri vardır. Hem çiftin gittiği sosyal ortamı görmüş oldun, hem ilginç bir şekilde, izleyici izlemiş oldun. Zaten yeteneklisin, bir taşla birden çok kuş vurmuş oluyorsun.
A. A.: Son olarak güvercin sahnesine gelelim. Üzerine en çok konuşulan sahnelerden biri. Fakat Haneke, bu sahnenin Paris’te çok sık rastlanan bir manzara olduğunu belirtip, hiçbir anlam yüklenmemesi gerektiğini söylüyor. Fakat bana da, tahmin ediyorum ki pek çok kişiye de, çok anlamlı geldi bu sahne. Siz ne düşünüyorsunuz?
M.Ö.: Bence sadece adamın psikolojisini, artık delirecek noktaya geldiğini anlatıyor.
A. Ç. Ö.: Bence filmin tek samimi sahnesi. Güvercin var ve onu oradan çıkarmaya çalışıyor. O kadar. Şöyle bir şeyle bitirelim bence. Bu filmden yola çıkarak, şöyle bir senaryo kuralım. Haneke’ye aşk nedir diye soruyorlar. Sizce ne cevap verir?
A. A.: Aşk cinayettir diye cevap verirdi herhalde.
A. Ç. O.: Aşk esaret altında olmaktır derdi bence.
A. Ö.: Aşk çaba harcamaktır derdi.
E. A.: Aşk bilinçli olma halidir. O aşkı bilinçli olarak terk ettiğinizde bilinçsizleşirsiniz derdi bana göre.
A. A.: Başka ekleyecek bir şeyi olan yoksa, tartışmayi bitirebiliriz. Şöyle bağlayalım; beş erkek toplanıp Haneke’nin Amour’unu ve genel olarak aşkı bu kadar tartışabildik(!) İlk Yuvarlak Masa toplantımızı bitirdik. Önümüzdeki sayıda görüşmek üzere…