19 Kasım 1966’da, Kent İngiltere’deki konseri seyreden seyirciler, tam olarak neyle karşılaşacaklarından haberdar değillerdi. Sadece “Sıradışı bir orkestra” olarak duydukları grup, üstlerinde rengârenk tişörtler, renkli sahne ışıkları ve arkalarında yanıp sönen 3 metrelik bir Buda heykeli ile provasını almadıkları doğaçlama bir konsere başladıklarındaysa, Pink Floyd hakkında duyabilecekleri en basit şeyin sıradışı olduğuna kanaat getirmişlerdi.
Grubun o dönemdeki gitaristi ve solisti Syd Barrett’in ağır uyuşturucular kullanmasının da etkisiyle, grup uyuşturucu çağrışımlarının yüksek olduğu psychedelic rock türünde eserler vermeye başladı. Müziğin ve sözlerin bağımsızlığı ve uyumu, dönemin tüm eleştirmenlerini Pink Floyd hakkında bir şey yazamaz duruma getirmekteydi. A Piper at the Gates of Dawn ve A Saurcerful of Secrets albümlerinden sonra, Barrett’in artan uyuşturucu problemlerinden dolayı gruptan ayrılmasıyla, grubun müziği de farklı bir noktaya evrildi.
Grup A Saurcerful of Secrets’da da yer alan David Gilmour ile birlikte yoluna devam etti. Uzun bir süre Barrett’in yokluğunda nasıl bir müzik yapacağını oturtmaya çalışan grup, giderek psychedelic rock’tan uzaklaşmaya başladı. Rock müziğe daha sanatsal bir yaklaşım kazandırmaya çalışan progressive rock türüne yöneldi.
Modern kapitalist yaşamın insan üzerinde etkilerini anlatan Dark Side of the Moon albümüyle birlikte bu türe yönelen grup, albümün ertesinde de insan sorunlarına yoğunlaşan konsept albümler yapmaya devam etti. Ayrılan dostları Syd Barrett’e hitaben yazılan Wish You Were Here ve George Orwell’in Hayvan Çiftliği romanından esinlenen Animals albümleri bunlardan ikisidir.
Sözlerin ve müziğin çoğunluğunu grubun bas gitaristi Roger Waters’ın yazdığı bu albümlerden sonra Waters, tek başına demosunu kaydettiği “The Wall” albümü projesiyle birlikte gruba geldi. Grup albümü tekrar kaydetmeyi kabul etti ama hem herkesin kendi solo projelerine başlamasından hem de buradan sonra Waters’ın gitgide gruptaki tek söz hakkı olan kişi gibi davranmasından ötürü grup, Waters ile yine Waters’ın yazdığı savaş karsıtı albüm “Final Cut” ertesinde yollarını ayırdı. Grupsa sözleri ve müziği besleyen iki entelektüel kişinin kaybolmasının ertesinde David Gilmour’un solo albümlerini andıran, eleştirmenler tarafından başarısız kabul edilen vasat iki albüm ertesinde dağıldı.
Yazının geri kalanında grubun genel işlerinden ve müzik tarzlarından daha çok, The Wall’a odaklanmaya çalışacağım. Bunu yapmanın en önemli sebebi albümün konserinin önümüzdeki Ağustos’ta İTÜ Stadyumu’nda sahnelenecek olması ve albümün kişinin topluma ve kendisine yabancılaşmayı anlatması konusunda bir numaralı müzikal referans olması. Biz de bu çerçevede, duvarın dününü ve bugününü anlatmak istedik.
Yabancılaşmaya Dair Bir Günah Çıkarma: The Wall
Üstte belirttiğim gibi Waters’ın tek başına kaydettiği albüm, bu sebepten dolayı diğer Pink Floyd albümlerinden hem müzik hem de söz bakımından büyük farklılıklar taşıyor. Diğer albümlere göre anlatılan şeyin çok daha ağır olduğu albüm, müziksel olarak da Roger Waters’ın sonraki dönem çalışmalarını andıran bir havaya sahip.
Albüm de bunu belirterek başlıyor. Birinci diskin başlangıç şarkısında ana karakter (Pink) canlandırmaya başlayacakları şovun farklı olduğunu ve dinleyicilerin şaşırmaması gerektiğini belirterek başlıyor ve kendini bu acımasız insan konumuna getiren süreci anlatmaya başlıyor. Pink’in babası savaşta ölüyor, okulda öğretmenler tarafından dalga geçilen, hor görülen bir çocuk olarak büyüyor, annesinin hayat konusunda onu korkutmasına ve hayatını kontrol etmesine izin veriyor ve bunların sonucunda, adım adım kendisiyle toplum arasında bir duvarın temelini atmış oluyor. Büyüdüğünde bir rock yıldızı olan Pink, diskin sonlarına doğru dış dünyayla ilişkisinin çoğunluğu anlık öfke patlamaları, uyuşturucu kullanımı ve tek gecelik “aşklar” olan bir karakter oluyor. Evliliği çöktüğü andaysa, dış dünyaya elvedasını edip duvarını tamamlıyor.
İkinci diskse, tamamen duvarın arkasında geçiyor. Pink kendini kurtaracak dışarıdan insanlara sesleniyor, hep birlikte duvarı yıkmaları gerektiğini haykırıyor fakat karşılık bulamıyor. Umutsuzluk havasında odasından çıkmamaya başlayan Pink’e konsere çıkacak gücü vermesi için bir doktor gönderiliyor ve doktor enerjiyi verecek ilacı veriyor. Psikolojik çöküntü ve uyuşturucuların etkisiyle tekrar konser alanına çıkan Pink, bu sefer bir neo-Nazi olarak davranmaya başlıyor. İnsanları eşcinsel, yahudi, siyah veya sadece görünüşlerinden ötürü konser alanından çıkarıyor, ona şiddet göstermeleri için teşvik ediyor. Diğer yandan suçluluk duygusu yaşayan Pink, kendini yargıçların faşist solucanlar olduğu bir duruşmaya mahkum ediyor ve yargıç, Pink’in en büyük korkusu olan duvarının yıkılması kararını veriyor. Duvar yıkıldığındaysa Pink başından beri dostlarının dışarıda onu beklediğini görüyor.
Albüm, Syd Barrett’in tecrübeleriyle Roger Waters’ın hayatını birleştirerek hazırlanılmış. Uyuşturucu nöbetlerini anlatan kısımlar Barrett’in kişisel tecrübelerinden gelse de, sahnedeki neo-Nazi benzeri davranışlar ve ertesindeki suçluluk duygusuna olan kısım Waters’in hayatını yansıtmaktadır (Water Flesh turnesi sırasında konsere çıkamayacak biçimde olduğundan enerji verici uyuşturucu alır. Konser sırasında ön sırada oturan seyircilere küfretmeye ve tükürmeye başlar. The Wall için – bu noktada- bir günah çıkarma bile denilebilir).
35 Yıl Sonra Neden The Wall?
Daha çok sahne şovu için hazırlanan albümün, konseri de bir bu kadar hareketli geçiyor. İlk diskin kısımlarında grup, şarkıları söylerken önlerinde bir duvar kurulmaya başlıyor ve iki şarkısı hariç tüm şarkılar sahne arkasında söyleniyor Albümün konseri üç farklı zaman diliminde yapılıyor. 1980’lerde albümün ilk çıkışının konseri, 1990’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve 2010’dan günümüze kadar süren süreç.
Başlığın sorusuna yanıtı, Waters’ın kendisi. 2010’da veriyor. 22 sene önceki bir röportajında, gelecekteki teknolojilerin ya birbirimizden daha çok uzaklaşmamıza sebep olacağını ya da bizi aydinlatmaya yönelik bir adım atacağını yazmış. Bugünse medya manipulasyonlarının yüzeyde yine çok güçlü olduğunu fakat internet gibi teknolojiler sayesinde bunlann artık elenebildiğini ve daha umutlu olduğunu söylüyor. 30 sene önce Wall’u yazarken kişisel korku ve kayıplarının aslında ırkçılık, seksizm ve dincilik gibi daha büyük korkuların ürünleri olduğunu fark edemediğini belirtiyor. Artık insanoğlunun daha ileriye gidemeyeceği, daha cömert, bencil olmayan varlıklar olamayacağını söyleyen insanlara katılmadığını söylüyor ve kendisinin umut dolu bakışını başkalarına aktarmasını sanatçının görevi olarak görüyor. Bu vizyonu düşünen tek kişi olmadığını da kanıtlamak için John Lennon’un Imagine parçasından sözlerle bitiriyor yazısını: “Bana hayalperest diyebilirsiniz, ama ben tek değilim.”
Bu noktadan da hareketle, 2011’de Atina’da seyrettiğim konserde 1990 konserinden çok farklı şeyler buldum. Karşımda “siyasi duvarlar yıkılıyor” mesajını veren Waters’ı aşan biri vardı. Waters, Yunanca kısa bir konuşma metni hazırlamış. Projeksiyonla duvara yansıtılan konuşmada konser başlamadan gereken “Lütfen kameraya almayın” uyanlarını yaptiktan sonra Waters, Yunanistan’ın AB’ye karşı direnişine dair bir iki selam göndermeyi eksik etmedi. Stanley Kubrick’in Spartacus filminden kesitlerle başlayan şova, duvar kurulana kadar türlü öğretmen, anne ve kamera kuklaları eşlik etti. Şovun en ilginç kısımlarından biriyse Goodbye Blue Sky şarkısının görüntülerindeydi. İkinci Dünya Savaşı’ndaki Londra bombalamasından esinlenerek yazılmış şarkıda, şehirlerin üzerinden geçen uçaklar gerçek bombalar yerine “siyasi” ve “kültürel” bombalar bırakıyorlardı (dolar, avro, shell ve Mcdonalds logolari, orak-çekiç, Yahudi yıldızı ve ay yildiz hatırladığım simgelerden bazıları.) Duvar kurulunca grup kısa bir molaya girdi ve asıl şaşkınlığımı burada yaşadım.
Waters’ın teknik ekibi, grup ikinci kısma geçene kadar duvara “Fallen Loved Ones” başlığı altında bir grup insanın fotoğrafını yansıtmaya başladı. Genelde savaşta ölen masum ve gazetecilerden oluşan kısımda, ara biterken Uğur Mumcu ve Hrant Dink’i görmek beni fazlasıyla şaşırtı. (Sonra internette araştırdığımda Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Erdal Eren, İbrahim Kaypakkaya ve Çanakkale Savaşı’nda ölenlerin de bulunduğunu gördüm. Fakat bu noktadan sonra beni daha da şaşırtan, Adnan Menderes’in bu insanlarla aynı yerde çıkıyor olmasıydı. Roger Waters’ın bu çalışmayla birebir ilgilenmediği aşikâr: fakat en azından insan bilen birini görevlendirseydi diyor. Kim bilir daha kimler geçiyor o listeden.)
İkinci kısımdaysa, duvara yansıtılan videoları fazlasıyla değiştirmis Waters. Özellikle müzikal açıdan zayıf olan şarkılarini güçlü görsellerle desteklemeyi unutmamış ve bu konuda ünlü sokak sanatçısı Banksy’den yardım almış. Bunların en dikkat çekicisi “Run Like Hell” şarkısında iPod ürünleriyle dalga geçmek için tasarlanmış olanlar. Kulaklarında kulaklık olan domuzlara “iLead” (yönetiyorum) ve takım elbiseli köpeklere “iProtect” (koruyorum) yazarak albümü Animals’a gönderme yaparken, Bush’a “iBelieve” (inanıyorum), Hitler’e “iPaint” (resim yapıyorum) ve bir grup mezar taşının yanına “iPay” (ödüyorum) yazarak da dönemin liderlerine dair sözünü etmiş oluyor. Duvar yıkıldıktan sonra grup, akustik enstrümanlarla son parçaları söyleyip sahneden ayrılıyorlar.
Arasından 35 sene geçmesine rağmen The Wall, imkânı olan herkesin seyretmesi gereken bir şovu oluşturuyor çünkü bu kadar sene içerisinde yabancılaşmayı daha iyi anlatan bir albüm çıkabilmiş değil. (Burada şunu söylemekte yarar var, her ne kadar imkânı olan herkes izlesin desem de konserin en ucuz fiyati bile bir öğrencinin karşılayabileceği miktarın çok çok üstünde. Ünlü grupların aradan plak şirketlerini çıkarmak için albümlerini internette yayınladığı günlerde, insan Roger Waters’tan da aradan sponsorlar çıkararak daha ucuza konser vermesini bekliyor.) Albüm dışında şovun kendisinin verdiği güçlü toplumsal mesajlar ve Waters’ın kendine yeniden biçtiği sanatçı görevi, “tüm zamanların en iyi şovu”nu daha da çok izlenilmeye değer kılıyor. 4 Ağustos’ta duvarları yıkmak dileğiyle…